Herkesin, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği dâhil, hiçbir ayrımcılıkla karşılaşmadan yaşama hakkı bulunmaktadır. Bu hak gerek İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 2. Maddesi, gerekse temel uluslararası insan hakları sözleşmelerinin ayrımcılık yasağına dair hükümleri ile korunur.
Lezbiyen, gay, biseksüel ve trans (LGBT) kişilere aynı hakların sağlanması gerekir. Bu, uluslararası insan hakları hukukunun esasını oluşturan iki temel ilkeye dayanmaktadır: eşitlik ve ayrımcılık yasağı…
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin giriş sözcükleri şöyle: “Bütün insanlar onur ve haklar bakımından özgür ve eşit doğar.” Ne var ki, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığa karşı yeterli yasal korumanın bulunmaması ile sıklıkla birlikte görülen ve derinlere kök salmış homofobik tutumlar, dünyanın her bölgesinde her yaştan çok sayıda LGBT bireyi korkunç insan hakları ihlallerine maruz bırakmaktadır.
Son olarak Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın sözleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözlere kesin ifadelerle, hatta daha fazla ileri giderek sahip çıkması…
Halbuki herkes özgür ve eşit doğar. Devletler, uluslararası hukuk kapsamında kişilerin teminat altına alınmış olan yaşam hakkı ve kişi güvenliğinin saygı görmesi, korunması ve yerine getirilmesi için hukuk dışı infazlardan sorumlu suçluları etkin biçimde soruşturmalı, kovuşturmalı ve cezalandırmalı; ayrıca bireylerin cinsel yönelimleri veya cinsiyet kimlikleri temelinde şiddetten korunması için nefret suçu kanunlarını çıkarmalıdır. Nefret saikli şiddetin kayıt altına alınması ve rapor edilmesi için etkin sistemler kurulmalıdır. Şimdi bu durumda Diyanet İşleri Başkanı mı, bu sözlere karşı çıkan ve ‘nefret suçu işlendiği’ uyarısını yapan Ankara Barosu mu suç işliyor?
Türkiye’de din, eşcinselliği dışlarken aynı din ile arasına mesafe koyması gereken laik sistem, Diyanet İşleri Başkanlığı ile eşcinselliğe karşı hoşgörüsüzlüğün üretilmesinin, sosyal ve bireysel hayatlardan kovulmasının maalesef maddi zeminini yarattı. Yani laik sistem, eşcinsel kimliği korumadı, kollamadı. Bu nedenle hala kanunlarda tam olarak ‘cinsiyet eşitliği’ sağlanamadı ve eşcinseller dışlandı.
İslam dininin hegemonik kanadının politik eleştirileriyle yetinmeyip diğer dinsel yaklaşımların (Aleviler, Hıristiyanlar, Ateistler…) taleplerinin de dinsel özgürlükler tartışmasına dâhil edileceği bir süreci beraberinde getirmesi gerekir.
Azınlık dinlerinin henüz eşcinsel varoluşa dair yaklaşımlarındaki muğlaklık, maruz bırakıldıkları baskıların ve engellemelerin sürekliliği ve beraberinde gelen kırılgan yapılarından dolayı anlaşılabilir. Benzer baskılara maruz kalan Alevi toplumunun ise son yıllarda geliştirdikleri özgürlükçü yaklaşımlar, dinsel özgürlüklerin sadece kendi dini için değil ayrımcılığa karşı bütünsel bir özgürlük talebine dâhil edilebileceğini göstermesi cesaret verici. İşte bu nedenle dinsel özgürlük tartışmaları, farklı inanç özgürlüklerini baskılamayacak, sosyal ve medeni özgürlüklere dinsel bir temelden kısıtlama ve dışlama geliştirmeyecekleri şekilde ‘insan hakları’ temelinde yürütülmeli. Özgürlük tüm toplumlar için talep edilmeli…
Çünkü her birey eşit ve özgür doğar.