Türkiye’nin dinbazları her zaman sinsi, korkak, pragmatist ve ikiyüzlüdürler. Vicdanı sollamışlardır, yaptıkları pek çok şey cüzdan içindir. Bundan ötürü, tarihlerinin hiçbir döneminde açıktan açığa “mertçe” tavır almazlar, saldırmazlar. Hep bir pusuda, hep karanlık içinde, sis arkasındadırlar; zaman kollarlar. O zamanı beklerken de hep suyuna giderler. Yani ki akıntıya asla kürek çekmezler. İnkarcıdırlar; suçüstü yakalandılar mı? Ruhlarını inkar ederler. Zavallıdırlar; hangi kökten geldiklerini dahi bilmezler! Hizmet ettikleri geleceğin aydınlık aklı, eğitim ve bilim değildir asla; geçmişin karanlık efsaneleri içinden efelenmeyi pek severler. Efelenmek dediysem; Milli Mücadele yıllarında olduğu gibi, düşmana bilgi taşıyan efelikten söz ediyorum elbette!
Yakın ve orta zamana şöylece bir bakın; onlarsız hiçbir şeyin olunamadığı, ihale alınamadığı, okul açılamadığı, sınav kazanılamadığı, neredeyse bir parça ekmek sahibi dahi olunamadığı, şu sözde anlı/şanlı Fetullah’çıların düştüğü hale bakın...
Üstümüze bombalar yağdıran sözde “koca koca generallere” bakın. Mahkeme salonlarına sığmayacak ölçüde kibirli, kendisini büyümseyen; insanları zindanlara, açlığa, ölüme mahkum eden, sözde “koca koca savcılara, hakimlere, yüksek yargıçlara” bakın. İstedikleri iş insanını dev patronlara dönüştüren, istediklerini ekmeye muhtaç hale getiren sözde “o koca koca iş örgütlerinin yöneticilerine” bakın. Bürokratlara, polislere, memurlara bakın,mahkeme salonlarında nasıl da sünepeler; eller önde bağlı, başlar yerden kalkmaz, zavallı bir görünümdeler.
Fakat sahtedir bunların her edası; çünkü iki yüzlüdürler! Yine zaman kolluyorlardır, yine hesaptadırlar! Dinbazın işi bu; kurdukları karanlık, kanlı tuzaklarda beklemek, gizlenmek, pusmak!
Şimdi onlardan boşalan yerleri doldurma telaşında olan, diğer dinci tarikatlar da böyledir; ikiyüzlü, sinsi ve alçak! Onlar da tıpkı “
aynı hedefe yürüyen diğerleri gibi” zaman kolluyorlar. Şimdi Cumhuriyet’in Fetö’den boşalan kılcal damarlarına yerleşmekle meşguller, yerleşim işi tamamlanınca; daha da efelenecekler, saldıracaklar, vuracaklar! Tıpkı bir öncekiler gibi…
Milli Eğitim’e yerleşen Ensarcılar gibi, Sağlık Bakanlığındaki Menzilciler, Cerrahiler gibi, diğer Bakanlık ve kurumlardaki; Süleymancılar, Kadiriler, Nurcular, Nakşibendiler, Halidiler, Kıbrısiler, İsmail Ağa, İskender Paşa Cemaatleri ve buraya sığmayacak kadar çok öteki tarikatlar gibi…
1923 Cumhuriyet’inden geriye kalanlara pusu kurmuşlar; sislerin ardındalar, karalığın içindeler vakit buldukları an daha da büyük saldıracaklar. Çünkü hep böyle yaptılar. İki adım ileri, bir adım geri! Sözgelimi son dönemlerde Diyanet ve Türk Dil Kurumu’ndaki gelişmeler…
Türk Dil Kurumu’nu bilirsiniz; Türkçe’nin daha da zenginleşmesi ve korunması için, bizatihi kurucu babamız
Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde,
Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 1932'de kuruldu.
“Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan
SamihRif'at, Ruşen Eşref, Celal Sahir ve Yakup Kadri'ydi. Kurumun ilk başkanı SamihRif'at'tı. Kuruluş amacı; "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak tespit edilmişti. Atatürk'ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştı. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun "
Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol halinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmişti. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemişti. 1934'te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştu.
Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmişti. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan
Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış;
1940'larda yayın hayatına çıkabilen
DivanüLügati't-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştı. Daha sonra birçok cilt halinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü'yle ilgili çalışmalar da Atatürk'ün sağlığında başlamıştı. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdi. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlası ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmişti...”
Yeni farkına vardık ki meğer iki ay önce Türk Dil Kurumu’nun internet sitesi yenilenmiş ve bu “yenileme esnasında” kurumun resmi sayfasında yer alan; Kemal Atatürk’ün vasiyeti, İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabe, Nutuk veri tabanı ve Kaşgarlı Mahmut (DivanüLügati’t-Türk) bölümleri sayfadan kaldırılmış…
Artık neredeyse dinbazların merkezi haline dönüşmüş olan Diyanet sayfasında ise, Diyanet’in kuruluşu ayrıntılı biçimde anlatılırken, yazık ki kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ten bir tek sözcükle dahi söz edilmiyor, kaldırılmış! Neden? Çünkü bu kurumlar içindeki tarikat mensupları, tıpkı diğer dinbaz tarikatın yaptığı gibi beklediler, vaktin şimdi ulaştığına karar verdiler ve saldırdılar! Fıtratları böyle; hep pusuda ve korkak!