“Portakalı soyamam
Başucuma koyamam
Ben bir yalan uyduramam
Duma duma dum
Kırmızı mum…”
İçimde bir çocuk, sanki daha demin yeryüzüne indirilmiş gibi acemi, korkak, enayi… İçimde bir çocuk, ölüm mevsiminde üşüyor. İçimde bir çocuk, yalnız ve çaresiz hissediyor. İçimde bir çocuk, oyalamak için kendini tekerlemeler söylüyor.
“Terazi lastik jimnastik!”
***
Ağaç dikmiyorduk, tohum ekmiyorduk; toprak bağrını açmıştı insan gömüyorduk. Seri halde gömüyorduk insanları çünkü toplu halde ölmüşlerdi.
Dünyanın en kötü oyununu oynuyorduk: Ölü gömmece.
Ki bu memlekette darağaçları kurulmuştur, ‘adam asmaca’ da çok oynanmıştır.
Ölümlerden ölüm beğeniyorduk.
İlk sarsıntıda ölenler şanslı mıydı diye düşünüyorduk. Öylesine çaresizdik!
Gözümüzün önünde soğukta inleye inleye dondu insanlar. Günlerce kurtarılmayı beklediler ama olmadı. Yavrularımız soğuktan öldü.
Ben kimim ki benden yardım istedi enkaz başındaki analar, babalar, kardeşler. Ben kimim ki? Benim neye kudretim yeter ki?
“Ses geliyor” dediler ısrarla, “Ses var! Yaşıyor.”
Bir baba gözümüzün önünde vinç vinç diye çırpındı. Vinç bulamadık. Demir kesme, beton kırma aleti bulamadık. Fener bulamadık. Su bulamadık. Tuvalet bulamadık. Sorumlu bulamadık.
Olmadı, sesi gelenleri yaşatamadık.
İlk çıkarılan cesetler şanslı mıydı diye düşünüyorduk. Öylesine çaresizdik!
Günlerce enkazın başında bekledik, ölülerimizi alamadık.
Ölüm kokusu arasında sevdiklerimizin cesedini aradık. Ceset torbalarını aralayıp yüzlerine baktık.
Ölmüş sevdiklerimizi kaldırımlara yatırıp başımızı omuzlarına koyduk. Yanlarında uyuduk, kurda kuşa yem olmasınlar diye…
Enkazdan çıkarılana kadar ölmüş kızlarımızın elini tuttuk. Korkmasınlar diye…
Tabut yoktu.
Kefen yoktu.
Şanslı ölüler, üzerlerine serilecek battaniyelere kavuştu. Battaniye bile yoktu.
Hayvan yemi torbaları imdada koştu.
Çocuklarımızın ölüsünü poşete koymak zorunda kaldık.
Motosiklette taşıdık.
Kâh enkaz altında ölülerimizin yanında kurtarılmayı bekledik kâh gömmeye götürmek için ölülerimizi sırtladık.
Şanslı olanlar kefene sarabildi ama hiçbirimiz yıkayamadı sevdiklerini.
Arabanın kaportasına koyduk ölülerimizi. Saygıdan ayakkabılarımızı çıkardık, yere basmamak için kâğıt peçete serdik. Küçük bir cemaat de eşlik etti; titreye titreye, hıçkıra hıçkıra cenaze namazlarımızı kıldık.
Kimsenin vedalaşacak vakti olmadığı gibi helallik de alamadık, veremedik.
Öyle aceleye geldi ölümümüz.
Hepimiz öldük; kimimiz depremden, kimimiz karakıştan, kimimiz kederden.
İnsanları seri halde gömdük. Çabuk çabuk kepçelerle toprak attık üzerlerine.
Mezarlarına isim yazamadık. Ölüm tarlalarına numaralar koyduk.
Yalnız öyle böyle değil; yaşatmamakta pek maharetliydik. Yavru vatanın yavrularını da öldürdük, aferin bize!
En kötü ittifaktı kötülük, aptallık ve cehalet üçgeni. Cahilliğimiz canlarımızı aldı da hâlâ cahilliğe müptela müptezellerden kurtulamadık. Kötülüğe meyilli hastalardan kurtulamadık. Kötülüğü ve cahilliği alkışlayan aptallardan kurtulamadık.
***
Ne Dante’nin ne de Brown’un cehennemleri, ne Milton’un Kayıp Cenneti ne de Tolkien'in Orta Dünyası… Hiçbir kitap kıyameti böyle anlatmamıştı.
Atatürk’ün Hatay’ı yıkıldı. Davut’un yıldızı, İsa’nın haçı, Muhammed’in hilali, Zerdüşt’ün güneşi, Yezidi’nin tavusu düştü. Çan, ezan, hazzan sustu. Güneş karardı, ateş söndü.
Ölüm melekleri bir gecede işgal etti memleketimin güneyini. Ebe seçmek için şarkılarını söyledi.
“Oooo piti piti
Karamela sepeti.”
Azrail bizi kalbimizden sobeledi.
Ey Poseidon; biraz da atlarınla, denizlerinle ilgilensene. Bırak artık yeri yerinden oynatmayı. Deprem tanrılığından istifa etsene.
On şehir… On viran şehir… Ölüm kokan on şehir…
***
Unutmayalım.
Unutturmayalım.
Unutursan ölürsün!
Unutursan ölürüm!
Unutursam ölürsün!
***
“Ben bir yalan uyduramam.
Portakalı soyamam.
Başucuma koyamam.
Dum dum dum.”
Baş ucuma düdük koy-dum.