Sanatın kadrajı; sezgisel olanı da hesaba katarsanız, sonsuz kere sonsuz genişliktedir herhalde. O en geniş sonsuzluğa ulaşabilmekse kuşkusuz, “aklı” en özgür biçimde kullanmaktan geçiyor.
Dün bir kalabalık sohbette yeniden gözlemledim ki “sezgi” tek başına sanat yapmaya yetmez, yetmiyor. “Aklın” şimşeği olmaksızın sezgi, çoğu zaman, yalnızca kul olmayı öğretiyor. Kulluksa mutlak itaat, tevekkül ve biat anlamlarını taşıyor. Buradan özgür bir sanat çıkar mı?
Bir sanat yapıtı oluşurken, sözgelimi şiir; önce sözcüklere ihtiyaç duyarsınız, sonra sezgiye elbette ama bu her ikisi de bir şiiri oluşturmaya yetmez; çünkü akıl buradaki kıymetli yapıcı unsurlardan bir diğeridir. Yani sözcükler, sezgi ve akıl çarpışacak, o çarpışmadan sızan kıvılcım elinizde sanat yapıtı (şiir) olarak kalacak.
Sezgiyi dışarıda tutarsanız, imge yapamazsınız. Aklı dışarıda tutunca da, çağının gereklerini ve gerçeklerini anlayan bir yapıt oluşturamazsınız. Büyük şiirleri, büyük sanat yapıtlarını “büyük” kılan da kuşkusuz bu güçlü uyumdur.
Kimi uçtaki gerici örneklerin, aklı bir bütün olarak reddettiğini biliyoruz elbette. Fakat bu reddiyenin “ılımlı muhafazakâr” denilebilecek çevrelerde de olduğunu, en azından bu seviyede olduğunu
gerçekten bilmezdim. 2019 senesinde, özgür aklı, neredeyse Tanrı’ya isyan olarak algıladıklarını ise hiç bilmezdim. Yobazlarla bir işimizin olmadığı açık, bu sözünü ettiklerim, daha konuşulabilir türden sanat yapanlar ve sevenlerdi.
Sohbetin en dikkat çeken bölümünü bitmek tükenmek bilmeyen “ecdat” vurgusu oluşturdu neredeyse. Ecdattan örnek isteğince de söylediklerinin tam tersi örnekler ve isimlerle karşılaştım. Eve geldiğimde bu “ecdatlar” için sağdaki kimi yazarlar ne söylemiş diye bakma ihtiyacı duydum ve sözgelimi Cemil Meriç’in, Nisan 1964'de Osmanlı’nın algı ve yaşam biçimine ilişkin günlüğüne şu notu düştüğünü gördüm:
“İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı. İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı; Tanrı'yı ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde tespih, evinde oğlan, dudağında dua…”
Ve bugünkü köşesinde Özdemir İnce’nin üstelik Necip Fazıl’ı merkez alarak dünkü sohbet konumuzu yazmış olduğunu sevinç ve hayretle gördüm. Sevinç; artık birbirimizi “sezgi” yoluyla etkileyebiliyoruz. Hayret; e gerçekten hayret yani! Dün elin adamıyla tartış, bugün Özdemir Ağabey yazmış olsun!
Özdemir İnce’nin yazısını okuyunca anladım ki meğer bu “yeni muhafazakâr” arkadaşlar İdeolocya’yı hatim etmişler, yani Necip Fazıl’ın öğrencileridir. Çünkü diyor ki Necip Fazıl;
“İnsan hür değildir; hür olan, eşek veya köpektir...”
Özgürlük fikrini, aklın özgürleşmesi sürecini böyle anlayan bir ideoloğun öğrencilerine üzülmez misiniz? Ben de üzülüyorum ama elden ne gelir.
Daha önce yine aklı tartıştığım yazılarımdan birinde söylediğim şu sözleri bir kez daha söylemiş olayım öyleyse: “Nasıl ki sözcüklerden, kavramlardan imge yaratmak yetisini doğuştan getirmiyorsak, soyut düşünme yetisini de doğuştan getirmeyiz. Sonradan okuyarak, bilgilenerek öğreniriz. Çünkü düşünebilmenin ve fikir üretmenin, kavramlara, bulgulara, sonuçlara gereksinimi vardır. Bulgulara ulaşmayan insan düşünemez mi? Elbette düşünür fakat bu düşünüş, çağını yorumlayıp gereklerini yapmaya ve çağın gerektirdiği bir gelecek düşü oluşturmaya yetmez. Gündelik hayatını kurmak, üremek ve verili olana inanmakla sınırlı kalır. Böylesine bir daralmışlıkta insanın, gelecek imgesi de diyebileceğimiz; özgürlük, eşitlik, adalet talebiyle türlü eziyetleri ve hatta ölümü göze alması olanaklı mı? Kanımca değil. Çünkü gelecek imgesini bugüne çağırmak, aklı kullanmayı da öngörür.”
“Çağının Çağdaşı” olmayı başaramazsa bir sanat yapıcısı, o zaman Necip Fazıl’ın şu dörtlüğünde olduğu gibi ikiyüzlülüğün çukurunda debelenip durur:
“Boynuma doladığım güzel putu görseler/ İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını/ Kör olsam da açılır gözüm ona sürseler/ İsa'nın eli diye bir kadın bacağını...”
22 Eylül 2019, İzmir