Amerika’nın doğuşu hemen hemen herkesin üzerine iki kelam edeceği popüler bir konudur. En sık ‘Yahu onların tarihi bile yok.’ cümlesini duyarız.
Elbette Amerika’nın bir tarihi vardır. Hem de Amerikan tarihi aslında bir mülteci grubunun kader ortaklığıyla başlar. Amerika’ya ilk göçenler, Anglikan kilisesinden kaçan, dinlerini özgürce yaşamak isteyen Püritenlerdi. Kolonileşme dönemine kadar giden devletleşme sürecinde Amerika’nın kuruluşu, psiko-tarihsel açıdan ele alındığında, kopuş yaşadıkları güçlü ebeveynleri Britanya’ya karşı ergen cesaretiyle bir başkaldırı olarak tanımlanabilirdi. Amerikalılar Britanya’dan bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kendi kimliklerini bulmaya çalışırken; etnik kimlikle Amerikalılık arasında kalmışlardı. Püritanizmin ve ondan kaynaklanan Protestanlığın bireyin ilk sorumluluğunun kendi ruhunu kurtarmak olduğunu öğütlemesi tarih boyunca adeta Amerikalılar’ın kulağına küpe olacaktı.
Kendi inançlarını özgürce yaşayabilecekleri “Yeni Dünya”ya doğru yola çıkan mülteciler, kendilerine tabi olmayan dini gruplara karşı acımasızca davranan devlet kilisesinin ağır baskısından kaçıyorlardı. İlk göçmenlerin lideri rahip Winthrop, Massachusetts kolonisini kuracak yoldaşlarına, Arbella gemisinden karaya inmeden hemen önce verdiği vaazında şöyle seslenmişti: “Yeni kuracağımız toplum ‘Tepedeki Şehir’ olacak. Tüm dünyanın gözleri üzerimizde...” Yeni dünyayı simgeleyen “Tepedeki Şehir” ifadesi, Hz. İsa’nın takipçilerine yönelik, “Dünyanın ışığı sizsiniz. Tepeye kurulan şehir gizlenemez” hitabından gelmekteydi.
Britanya’ya karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin ardından 30 Nisan 1789’da George Washington ülkenin ilk başkanı olacak ve tarih Amerikan Devrimi’ni yazacaktı. Avrupa’dan Amerika’ya göçmeden önce “ayaktakımı” olarak görülen toplumun bireyleri, tarihsel serüvenlerine önce “halk”, daha sonra da “ulus” olarak devam edeceklerdi. Meşru otoritenin kaynağı olan halk, imtiyazsızlığın simgesi anlamında Anayasa’ya “Birleşik Devletler tarafından hiçbir asalet unvanı verilmeyecek” maddesini koydurtmuştu. Yeni dünyada kral yoktu, ayrıcalıklar yoktu, göçmenlerin kader birliği vardı. Tarihte ilk kez bir toplum, devlete ve topluma karşı bireysel özgürlük ve eşitlik ideolojisini devletin temeli yapıyordu.
4 Temmuz 1776 günü ilan edilen ve Thomas Jefferson’ın kaleme aldığı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ikinci paragrafı şöyleydi:
Bütün insanların eşit yaratıldığını, Yaratıcının onlara, hayat, özgürlük ve mutluluklarını arama hakkı gibi dokunulamaz haklar bahşettiğini tartışmasız bir hakikat olarak kabul ederiz. Bu haklara müdahale edilmemesini garanti altına almak için, meşruiyetini halkın onayından alan hükümetler tesis edilir...”
Neredeyse bu göçmen halkın tamamı Protestandı ama yasada sadece Protestan olanlar yoktu. 1800’lerin başından itibaren Amerika’da farklı inançlara mensup gençler bir başka dinden kişilerle evlenip aile kurabiliyordu. Dünyanın hiçbir yerinde mevcut olmayan dinsel çeşitlilik Amerika’da yaşanıyordu. Göçmenler, Avrupa’da yaşayamadıkları dini özgürlüğü, Amerika kıtasında Amerikalı olmanın ayrıcalığıyla yaşıyor; bu da milli bir aidiyet oluşturuyordu. Yeni dünyanın üst kimliği Amerikalılık; birleştirici ortak değerleriyse özgürlüktü. Devlet içinde azınlıkları birer sığınmacı haline dönüştürecek her türlü anlayışa karşıydılar. Amerikan Rüyası ne olursa olsun nerden gelirse gelsin tüm göçerleri bağrına basmak niyetindeydi. Bu nedenle bir kişinin veya zümrenin keyfince yönetmesini imkânsız kılan bir devlet yapısı oluşturabilmek için kongre merkezli bir yönetim modeli benimsediler.
Öte yandan Tepedeki Şehir’in çekiciliği Avrupa’dan gelen göçmenlerin sayısını arttırdıkça “Kaçınılmaz Kader” (“Manifest Destiny”) kıtada daha da yayılmalarına neden oluyordu. Kaçınılmaz Kader, kıtaya göçen ilk yerleşimcilerin batıya ilerlemelerinin ilahi bir görev olduğuna inanılan ve Kızılderilileri topraklarından ve hayatlarından eden ideolojinin adıydı. Dolayısıyla sınırları belirsiz bir coğrafya, inanışlarına göre “vaat edilmiş cennet” olarak nitelendiriliyor ve vatanlaştırılıyordu. Sınırları öyle belirsizdi ki; kimilerine göre Pasifik kıyılarına kadar olan bölgeyi, kimilerine göre Kuzey Amerika Kıtasını, kimilerine göre ise tüm Kuzey Yarımküre’yi kapsıyordu. “Kaçınılmaz Kader” kavramının jeostratejiye uyarlanmış haliyse Turner’ın 1893’te ortaya attığı “hudut ya da keşif sahası teorisiydi.” Batı’ya doğru genişleyen sınır hattı, göçmen Amerikalılar’ın “medeniyeti” ile Kızılderililerin “barbarlığı”nın buluşma noktasıydı. Bu sınır her önüne çıkanı “Amerikanlaştırarak” ilerleyen (ve ilerleyecek olan) tarihsel bir proje hattıydı.
Günümüzde olduğu gibi Beyaz Amerikalı için sınır giderek öne çekilirken kendini güvende hissetme duygusu da azalıyordu. Trump döneminde olduğu gibi Amerika kurucu değerleriyle sınandıkça rekabetin ve başarının şartları ağırlaşıyordu. Nitekim Protestan ahlakıyla kapitalizmin ruhu arasında ilişkiyi öne süren Weber meşhur kitabında, önemli Prüten önderlerden biri olarak gördüğü Amerika’nın kurucu babalarından Benjamin Franklin’in ağzından “kapitalizmin ruhunu” şöyle ifade etmiştir:
“Unutma ki, zaman paradır… ....“İyi bir ödeyici, herkesin cüzdanının efendisidir. Aldığını söz verilen zamanda ödemesiyle tanınan biri, arkadaşlarının o anda ihtiyacı olmayan parayı her zaman ödünç alabilir… Şerefli olmak yararlıdır, çünkü kredi sağlar, dakiklik, çalışkanlık, ölçülülük de; bunlar bu yüzden erdemdir.”
Dolayısıyla bir imparatorluk geçmişi olmasa da Amerika’yı emperyal kılan ekonomi anlayışı olmuştur. Çünkü kurucu babalar yoktan var ettikleri Amerikan Rüyası’nı çalışan, kazanan, üreten, yayılan ve herkesin ulaşmaya can attığı Amerikan kimliğiyle özdeş tutmuşlardır. Kısacası Amerika’nın babaları kazanan evlatlar istiyordu. Çünkü Amerikan Rüyası bunu gerektiriyordu. Ve bu rüyada ne pahasına olursa olsun hayatta kalmanın tek yolu kazanmaktı. Ne pahasına olursa olsun…