“Zalim ne kadar pervasız da olsa, zulmün binasını biz yine de yıkarız
Dünyanın dibine atsalar da bizi, yer küreyi patlatır yine çıkarız…”
Kısa bir zaman önce Hıfzı Topuz’un “
Vatanı Sattık Bir Pula: Namık Kemal’in Romanı”nı okumuştum. Okuduklarımı raflara yerleştirirken fark ettim ki Aralık, Namık Kemal’in yaşamında ilginç bir aymış… 21 Aralık 1840’da Tekirdağ’da doğan bu büyük şairimiz, 2 Aralık 1888’de Sakız’da hayata veda etmiş. Doğumunun 179 ve ölümünün 131. yılında bu özgürlük ve vatan şairini hak ettiği ölçüde anlıyor muyuz, diye düşmekten kendimi alamadım? Yalnızca şairler, entelektüeller değil, bütün bir toplum olarak anlıyor muyuz? Doğal ki bulduğum yanıt, “zaten biz hangi değerimizi derinliğine ve hak ettiği ölçüde anlıyoruz ki?” oldu. Bu sonuca vardığım için bir kez daha üzüldüm ama gerçeğimiz de bu! Büyük şair de bu gerçeği ta o yıllardan görmüş olacak ki şöyle söylemiş ölmeden kısa bir zaman önce: “
Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi/ Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun…”
Türkiye toplumu olarak, bizleri gerçekte var eden değerlerden kopuk yaşıyoruz yazık ki… Günü yaşayan, politikacıların hamasi dilini gerçek sanarak oralardan “kültürel yaşam” devşirmeye çalışan bir insan topluluğu olmuşuz. Değilse, yalnızca bizim toplumumuz için değil, dünya içinde de ender yetişen bir aydın, bir yenilikçi ve yaşamış en büyük eylem ve düşünce insanlarından; bizleri var eden kimi kavram ve eylemlerin yaratıcısına karşı biraz daha vefalı olabilirdik!
Namık Kemal kalibresindeki bir şair, düşünür ve eylem adamına bunca vefasızlık reva mı? Ders kitaplarında yüzeysel olarak okutulması, ders zorunluluğu ve baskısı altındaki çocuklarımıza Namık Kemal’i yeteri kadar kavratabilir mi? Oysa 2 ve 21 Aralık’ta bütün yurtta oyunları, şiirleri, cumhuriyetin kuruluşuna temel oluşturan kimi düşünce ve yazılarıyla anılmalı, derinliğine öğrenilmeli! Bu büyük şair ve düşünür, hem tarihselliği içerisinde, hem de şimdiki zamanda yerli yerine oturtulmalı; özgürlük şairimizin hak ettiği budur!
Kimi ‘kutsiyet atfettiğimiz’ kavramlar var ki, onunla girdi hayatımıza. Sözgelimi ondan önce “vatan” şimdi anladığımız gibi; “
doğup büyüdüğümüz, birlikte toplum olarak yaşadığımız yer, memleketimiz” olarak değil, “
sevgilinin ayağını bastığı toprak” anlamında kullanılırdı divan şairlerince… Ve başkaca kutsal kavramlar da onunla girdi yazı, şiir, kalp dilimize; vatan-ı hamiyet (yurt sevgisi), hâk-i vatan (yurt toprağı), kavga-i hürriyet (özgürlük kavgası), didar-ı hürriyet (özgürlüğün güzel yüzü), ümmid-i istikbal (gelecek umudu)… Mağusa’da bir zindanda yaktığı küçücük özgürlük ateşi, daha sonraki yıllarda Anadolu’nun dağlarında, devasa bir bağımsızlık ateşine dönüştü!Sesler seslere eklene eklene, gelindi 1900’lere…
Namık Kemal, Mağusa zindanından haykırdı; “
vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/ yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini…”Ve kendisinden, özgürlük bayrağını daha 20’li yaşlarındayken devralan
Tevfik Fikret karşılık verdi; “
vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/ bulunur elbet kurtaracak, bahtı kara maderini…” Belki de Namık Kemal’in yaktığı özgürlük ateşinin bir karşılığı olarak Tevfik Fikret; şiirimizin gerçek anlamda toplumcu bir yataktan akmasının ve yenileşmesinin de ilk öncülerinden biri oldu. Ne acı bir tesadüf ki, o da Namık Kemal gibi 48 yaşında dünyamızdan ayrıldı.
Hıfzı Topuz’un ‘
Vatanı Sattık Bir Pula’sının altını çizdiğim yerleri ve daha çok da Namık Kemal’in Paris ve diğer sürgünler ile Mağusa’daki tutsaklık günlerinden yazdığı mektupları bu yazı için yeniden okurken, sanki bugünü yaşayan çağdaşımız bir düşünürün acısını, kaygılarını, sevinçlerini okur gibi oluyorum... Namık Kemal, yazdıklarının sahiciliği, içtenliği ve mücadele ateşiyle öylesine yakınımda duruyor ki, buna şaşıyorum bir zaman sonra!
Şiirleri ve yazılarındaki gür sesli, zulüm karşısındaki dimdik adam, öznel yaşamında son derece alçak gönüllü bir yarene dönüşüyor. Yakın arkadaşı şair
Abdülhak Hamit Tarhan’a yazdığı bir mektubunda şöyle söylüyor;
“Edebiyat için pek çok kişi ile uğraşmış idim. Şimdi o itirazcılardan kimileri beni yine edebiyatın yenilikçilerinden sayıyorlar. Yenilikçilik hakkı ise Şinasi’nin yahut senindir. Ben arada bir ulaşma çizgisiyim…”
Namık Kemal yalnızca şiirlerini değil, yazılarını da bir hançer gibi saplamıştı karanlığın bağrına! 1860’larda Paris’te sürgündeyken
Ali Suavi ve
Ziya Paşa’nın da içinde bulunduğu “
Muhbir”de, sonraki yıllarda kendisinin çıkarttığı “
Hürriyet” ve “
Tasvir-i Efkâr”, “İ
bret” gibi yayın organlarında yüzlerce yazı yazdığı tespit edilmiş… Bu yazılarında; dış politikadan, ekonomiye, kapitülasyonlardan, ilerlemeye, teknolojiden, eğitime kadar pek çok değişik alanı yazmış, fikir üretmiş... Denebilirse bütün yaşamını ülkenin ilerlemesi, kurumların dünyayla uyumlu hale gelmesi, softaların bağnazlığının ülkeyi boğmaması, kendi kendine yeten bağımsız bir yurt ve daha da önemlisi; hürriyet mücadelesinde bütün ömrünü harcamış bir aydın ve eylem insanıdır O!
Elbette o yıllardaki mücadele aracı yalnızca yazıları değil. Şiirleri ve yazdığı oyunlarla da bu özgürlük kavgasının tam da göbeğindedir. Sözgelimi “
Vatan Yahut Silistire” adlı oyunu 8 Nisan 1873’de Gedik Paşa Tiyatrosu’nda oynandığında yer yerinden oynar. Oyuncular onlarca defa sahneye çağrılır ve oyundan çıkan izleyiciler büyük bir kalabalık halinde sokaklarda “nümayiş” yaparlar. Saray, bu eylemli öfkeden ve devamından çok korkar; Namık Kemal’in Mağusa’da üç yıl süren sürgünlüğü de böylece başlamış olur.
Mağusa’da yazdığı şiirler ve taşlamalar halkın dilinden hiç düşmez. Onlardan biri de
’93 Harbi’ diye bilinen Osmanlı Rus Savaşı günlerindeki “
Ne Utanmaz Köpekleriz” adlı şu taşlamadır;
“Edepsizlikte tekleriz/ Kimi görsek etekleriz/ Haktan da yardım bekleriz/ Ne utanmaz köpekleriz/Geldik vatan kavgasına/ Düştük rütbe yağmasına/ Daldık dünya salasına/ Ne utanmaz köpekleriz/ İnsan mı neyiz seçilmez/ Bir zehirdir ki içilmez/ Tavrımızdan da geçilmez/ Ne utanmaz köpekleriz/ Biz bakmadan sağ ü sola/ Düşman girdi İstanbul'a/ Vatanı sattık bir pula/ Ne utanmaz köpekleriz/ Dalkavuklukla irtikab/ İşte etti bizi harab/ Sen söyle ey Şevketmeab/ Ne utanmaz köpekleriz/ Vatanın girdik kanına/ Leke getirdik şanına/ Cümlemizin bok canına/ Ne utanmaz köpekleriz…”
Abdülaziz’in indirilip, Abdülhamit’in tahta çıkarılmasından hemen sonra, Kıbrıs/Mağusa’daki sürgünlüğü sona erer. Büyük hayallerle döndüğü İstanbul’da, yazık ki onu bu sefer de Midilli ve sonrasında da son nefesini verdiği Sakız sürgünlüğü beklemektedir. Ömrünün son yıllarında Abdülhamit’in fermanıyla Midilli ve Sakız mutasarrıfı olarak görev yapsa da, içindeki muhalif/özgür çocuğu her zaman koruyacaktır! Ölümünden ancak bir gün sonra 3 Aralık’ta Sakız’a ulaşan oğlu Ali Ekrem, babasının bir adada kimsesiz ve sessiz ölümünün acısını, bir ömür boyu kalbinde taşıyacaktır… Bu büyük şair ve düşünce adamı 2 Aralık 1888’de tıpkı
“vatanı gibi mahzun…” dünyamızdan ayrılacaktır…