“Osmanlı’da Türk vezir yoktu” ve “Fransız Devrimi’nden sonra başlayan milliyetçilik akımları sonucu ulus devletler kuruldu” cümlelerini pek çok kez duymuşuzdur.
İmparatorluklarda yönetici elitlerin başka başka milletlerden olmasını bugünün normlarıyla anlayamıyoruz. Tıpkı ülkemiz kurulurken ayrımın Müslüman olanlar veya olmayanlar üzerinden yapıldığı gibi. Yakup Kadri’yi okuduğumuzda da millet bilincinin bu topraklara ne kadar geç geldiğini görüyoruz. Kavramlar, olgular ve kimlikler çoğu zaman içinde yaşarken anlayamadığımız biçimde değişiyor. Fransız Devrimi gerçekleşirken kimsenin “Hadi ulus devletlerin kurulmasına önayak olalım” diye plan yaptığını düşünmüyorum. İnsan ve toplum her zaman rasyonel ve öngörülebilir değil çünkü.
Ulus devletlerin olmaması iyi midir kötü müdür bilmiyorum. Tabii ki ulus devlet doktrinine doğmuş büyümüş biri olarak bana -ve bize- normal ve olması gereken buymuş gibi geliyor. Ulus devletlerin kapitalizm ve küreselleşmeye ek olarak göçlerle de yıkıma doğru gittiğini düşünüyorum.
Kimilerine göre ise gelecekte devlet kavramı tamamen ortadan kalkacak ve dünyayı şirketler yönetecek. Öyle mi olacak bilmiyorum ancak böyle bir olasılık elbette var. Bu daha mı iyi olacak yoksa daha kötü mü bir fikrim yok. Elitlerin demokrasisinden söz eden de var yapay zekâya umut bağlayan da.
Bazı olaylar ve gelişmeler bazı sonuçlar verecek; bu kesin ancak tıpkı Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bunun sonuçlarının planlanabileceğini düşünemeyiz.
Ulus devletlerin sonunun geldiğini düşünen teorisyenler ya Avrupa Birliği gibi daha geniş yapılara ya da şehir devletlerine dönülebileceğini söylüyor.
Yaşanılıp görülecek.
Ulus devletlerin sonunun geleceğini anlatan aynı ismi taşıyan iki kitap yazıldı 1995 yılında. The End of the Nation State (Ulus Devletin Sonu)… Eski Fransız diplomat Jean-Marie Guéhenno ve Japon organizasyon teorisyeni Kenichi Ohmae aynı ismi taşıyan kitaplarında, devlet organizasyonunun ya çok uluslu yapılara (Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi) ya da küçük bölge veya şehir ülkelerine dönüşeceği tezini ortaya attı.
Fakat iki ismin de dikkate almadığı başka bir gerçek 21. yüzyılın ikinci ve üçüncü on yılında karşımıza çıktı: Göç.
İNSAN HAREKETLERİ DURDURULAMAZ
İster Berlin’in göbeğine duvarlar örülsün örülsün ister ABD-Meksika sınırına insan hareketleri tarihin hiçbir döneminde engellenemedi. Elbette engellenebilir ancak bunlar hiç de insani olmayan yöntemleri gerektirdiği için yapılamazdır.
Daha önce bu köşede üç ayrı yazıda göç konusunu işlemiştim. Göç ve Yıkım yazılarımı (1- https://tele1.com.tr/goc-ve-yikim-i-899502/#google_vignette 2- https://tele1.com.tr/goc-ve-yikim-ii-899925/ 3- https://tele1.com.tr/goc-ve-yikim-iii-900431/ ) arzu edenler buradaki linklerden okuyabilirler. Özetlemem gerekirse Batı medeniyetinin göçlerle kendini tehdit altında hissetmesine hak vermiş ancak bu dengesiz dünyanın oluşmasında birikmiş geçmiş günahları olduğunu anlatmıştım.
İnsan hareketleri tarih boyunca iki büyük nedenle gerçekleşti. Bir, aş; iki, aşk. Milyonlarca insan âşık olduğu için ülke ve kıta değiştirmediği için bizi bu bireysel nedenden çok kitlesel hareketlere neden olan ekonomi ilgilendiriyor. Burada ekonominin yanına siyasi atmosferi de eklemek gerekiyor. Savaşlar, iç karışıklıklar, despot yönetimler…
Ekonomik göçün nedeni dünyanın önemli bir bölümünün birkaç yüzyıl sömürülmüş olması. Güvenlik göçünün nedeni de yine bu geri kalmış ülkelerin Batı eliyle sürekli işgal edilmesi, karıştırılması. Bugün insan hareketlerinden şikâyet eden ve medeniyetini haklı olarak tehdit altında hisseden Batı, biraz da ektiklerini biçiyor.
GÖÇLERİN ÇAĞI 21. YÜZYIL
Avrupa’ya kitlesel göçlerin artmasının nedenlerinden biri Suriye İç Savaşı… Diğeri Afganistan’daki Taliban rejimi… Öteki Afganistan’ı mahveden Taliban rejiminin, komşusu Pakistan’ı da kendi bataklığına çekmesi… Kara talihini yenemeyen Afrika’nın yoksulluktan kıvranan halkları… Nijerya gibi ülkelerde radikal İslâmcı unsurların yoksulluğa güvenlik unsurunu eklemesi…
Avrupa Birliği ülkelerine sığınma başvurusunda bulunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 2023’te yüzde 82 oranında artarak 101 bin başvuru ile rekor düzeye ulaştı. Vatandaşları en çok sığınma başvurusunda bulunan ilk üç ülke şöyle: Suriye, Afganistan, Türkiye. Türkiye’nin üçüncü sırada yer almasının birincil nedeni ülkemizdeki politik atmosferken buna kötü giden ekonomi de eklendi.
Her dünya savaşında, her bölgesel savaşta, her ekonomik buhranda insanlar hareket etti. Rusya’dan, Çin’den, Hindistan’dan pek çok göçmen Avrupa ülkelerine gitti. Yıllarca mahallerini kurup, kendi mabetlerini ve restoranlarını açıp yaşadılar. Ayrımcılığa, ırkçı saldırılara hiç uğramadılar mı? Elbette uğradılar ama bunları bazı marjinallerin çıkardığı münferit olaylar olarak kabul edebiliriz.
GÖÇMENLER NEDEN BU KADAR KIZGIN?
Yirminci yüzyılın göçleri ile yirmi birinci yüzyılın göçleri arasında büyük farklılıklar olduğunu da görmemiz gerekiyor. Farkın en büyüğü de göçmenlerin gittikleri topraklara uyum sağlama arzusundan geliyor. Yıllarca Almanya’da Türk ve İtalyan göçmenler ayrımcılığa, haksızlığa, ırkçılığa maruz kalsalar da toplumsal karışıklığa neden olacak kitlesel eylemlere girişmediler. Alman sağcı lider, ülkelerindeki Suriyeli göçmen krizi üzerine “Türkler medeniyet sahibiymiş” diyerek eski göçmenleri takdir edecek noktaya geldi.
İçinde yaşadığımız yüzyılın göçmenleri neden bu kadar kızgın? Neden eski göçmenler gibi kendilerini ‘misafir’ gibi görmüyorlar da her fırsatta meydan okuyorlar? Yazımın başında bu sorunun bazı cevapları var ama ben isterim ki bir sosyolog, bir toplumsal psikoloji uzmanı derinlemesine bu konuları incelesin.
GÖÇMEN KARŞITLIĞI VE SAĞCILIK
İngiltere başta Avrupa’da yaşanan göçmen kaynaklı iç karışıklıkları yakından izliyorum. Özellikle İngiltere bu yaz yangın yerine döndü. Türk medyasında fazla yer bulamadı ama Birleşik Krallık’ta üç küçük çocuğun bıçaklanarak öldürülmesi sonucu ülkenin büyük kısmı ayağa kalktı.
Bizim Gezi dönemini çağrıştıran karartmalar, manipülasyonlar yapıldı. Bunları -uzatmamak için- sonraki yazıda ele alacağım.
Enternasyonel bir dünya bugüne kadar hiç kurulamadığı ve yakın gelecekte de kurulacağa pek benzemediği için; kendini ve medeniyetini tehdit altında hissettiği için; güvenlik sorunları yaşadığı için göçmenlere karşı çıkan herkesi sağcı, hatta aşırı sağcı ilan etmeye hakkımız var mı?
Hakkımız var ya da yok, ilan ettik diyelim; bunun sorunun çözümüne ne gibi bir katkısı var?
SAĞI-SOLU YENİDEN TANIMLAMAK
Tarih boyunca insanın bedenini satmasının en yaygın iki yolu olmuştur: Bu kadınlar için fahişelik, erkekler için ise askerliktir.
Aklına ‘kölelik’ gelenler bir daha düşünsün; sahip olmadığınız şeyi satamazsınız.
Yüz yıl, yetmiş yıl önce ‘milli duygularla’ savaşa çağrılan insanların çocuklarına, torunlarına bugün milli duygularla göçmen istemedikleri için ırkçı ve moda olduğu üzere her karşıt fikre ‘Faşizm’ damgası yapıştırarak sorun görmezden geliniyor. Ulus devletlerinin, ‘ulus devlet’ olarak kalmasını isteyenleri sağcılıkla suçlamak… Kolaycılık ve hatta çağdışı…
Gelişen teknoloji bedenini satacak ‘milli duygulara’ sahip asker ihtiyacını ortadan kaldırmış olabilir ama bir zamanlar vatan uğruna canını feda etmeyi ‘yüce bir değer’ olarak aşıladığınız toplumların, ulus devletlerini koruma içgüdülerine şaşırmak şaşkınlık vericidir.
Ayrıca yaşadığımız çağda sağı, solu yeniden tanımlamak gerekmiyor mu? Fransız solunun, gamalı haç işareti çizerek kutlama yapan Müslümanlarla seçim kazanması bir zafer midir?
Hatta bizzat kendini ve kültürünü güvende hissetmeyen bu insanlara “Irkçı” yaftasını yapıştıran sol kibri, merkezdeki bu insanları sağa ve aşırı sağa itmiyor mu?
Malum 2050 yılına kadar yüz milyonlarca insanın iklim kaynaklı göçeceği öngörülüyor. Kitlesel insan hareketlerinin temel nedeni olan ekonomi ve savaşa iklim de eklenince ulus devletlerin çöküşü kaçınılmaz mı olacak? Sanki öyle…