2013 Gezi Direnişi’nden itibaren yaşanan kültürel vasatlaşma ve rövanş eğilimi; daha önce sol ile diyalog içinde olmaya çalışan İslami entelektüellerin bir anda “gerçek” saflarına çekilmesi; sol-liberal ittifakın bitmesi ve en önemlisi de kültür-sanat alanında belli bir küresel hegemonyaya sahip Cemaatin tasfiyesi AKP’nin kültürel alandaki çıplaklığını artımıştı.
Artan baskı ve muhafazakarlaşma, özellikle sanat-sinema yüzleri etrafında dönen yeni bir kutuplaşma ve gerilim üreterek devam ediyor. Metin Akpınar, Levent Üzümcü veya Müjdat Gezen olayı uzun süre gündemi belirledi. 1970’lerin Adile Naşitli, Münir Özkullu ve Kemal Sunallı Yeşilçam imgesi bile fazlasıyla politik hale geldi iktidar açısından. Sanırım sanatın bu kadar siyasete dahil olduğu başka bir ülke yok. Elbette bu bir tarafıyla çok olumlu bir şey benim açımdan.
Erdoğan ve AKP uzun süredir her alanda iktidar olduklarını ama kültürel iktidarı alamamaktan yakınıyordu. Siyasal gerilimin sanatçılar üzerinden yürümesi ve Kadıköy, Şişli ve Alsancak’ın “ülkeye yabancı elitler” olarak ihbar edilmesi bu iktidarsızlığı daha da artırıyordu. AKP’ye yakın yazarların bile üzüntüyle dile getirdikleri bir hegemonyadan bahsediyoruz. Sol, sosyalist kesimler siyasal olarak ne kadar zayıflasalar da kültür alanında hep baskın oldular biliyoruz. Hatta bu yoğunlaşma “kültürelcilik” adı altında bizzat sol tarafından eleştirilmişti.
Yaşanan muhafazakarlaşma, Fesli, Adnan Hoca ya da yandaş üniversitelerin hocaları üzerinden kültürel vasatlaşma, sosyal medyada zaman zaman “Eski Türkiye’yi Özlüyoruz” paylaşımlarına neden oluyordu. Bu paylaşımlarda TRT arşivinden paylaşılan 1970, 80 ve 90’lara dair görüntülerin de payı büyük. Ama somut bir özlemi göstermesi anlamında önemli. Zaman zaman, Demirel’i, Özal’ı, Erbakan’ı hatta Çiller’i özlüyoruz diyen yorumlarla bile karşılaşmak mümkün. Başka bir yazımda bu yorumları hep çağrılan merkez sağ hayaleti olarak yorumlamaya çalışmıştım. Bugünlerde güncellenen Gül, Davutoğlu ve Babacan üzerinden pişen bir merkez sağ-normalleşme umudundan bahsetmiştim. (*)
***
Kültürel alan ve hegemonya uzun dönem iktidarın ve Erdoğan’ın sorunu olacak görünüyor. Bu alandaki baskının ve gerilimin de süreceği muhakkak. Çünkü onların eksik olduğu bir alanı, uzun süre hegemonyasına hizmet eden sol-liberal bir blok sağlamaya çalışıyordu. Ama artık tasfiye edilmiş bir “kullanılışlık” olarak duruyor kenarda. Kültür-sanat alanı AKP için Orhan Gencebay, Seda Sayan, Yılmaz Erdoğan ve Hülya Koçyiğit gibi magazin vitrini ve Beyaz TV sosuyla olabiliyor ancak.
Fakat; bütün bunlar tartılırken TRT bir çıkış yaparak TRT 2 kanalını tekrar devreye aldı. 1986 yılında kurulan ve 2010’da kapatılan t TRT-2, kısa sürede Hikmet Şimşekli konserleri, operası, Vecdi Sayarlı iki film kuşağı, belgeseller, filmler, edebiyat şiir programları, Okudukça gibi programlarıyla 12 Eylül sonrasının bir kültür vahasına dönüşmüştü. İnternetin olmadığı bir dönemde özellikle Anadolu’da binlerce insan nitelikli filmleri bu kanalla tanıdı. Cemal Süreya ya da Atilla İlhan’ı da. TRT 2 kısa sürede espriyle entel olmanın bir alemetifarikasına dönüşmüş; hatta “TRT 2 Kadını” gibi karikatürlere konu olmuştu.
TRT 2 bir kanalın ötesinde bir imge olduğu için muhalif kesimleri bie şaşkın bir sevinç alıverdi. TRT, Atv ve yandaş kanallar düşünülünce konserleri, sinema programları, belgeselleriyle TRT 2’nin dönüşü insanlarda örtük bir umuda da dönüşüverdi. Nolmuştu gerçekten? Vasatlık her yere yayılmışken hatta kötücül bir özgüvene dönüşmüşken, iktidar kültürel hegemonya konusundaki yenilgisini büyük bir acıyla kabul etmişken, TRT 2 nereden çıkıvermişti? Hatta kısa süre önce TRT’den kaldırılan ve tepki çeken pazar western kuşağı, efsane İyi, Kötü ve Çirkin filmiyle dönüvermişti.
Temkinli yaklaşanlar da oldu elbette. Bekleyip görmek gereken de... Hatta bu hamleyi solcu entelektüel ve sanatçıları hegemonize etmeye çalışan yeni bir sol-liberal dalga olarak yorumlayanlar da oldu. TRT 2’nin tanıtımına bakıldığında komünist yönetmen Sergey Ayzenştayn ile Mimar Sinan’ı ya da ebru sanatı ile Fatih portresi yapan Zanaro’nun beraber kullanıldığını görüyoruz. Yani TRT dozunda kendince bir denge tutturmuş görünüyor. İlk gün Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminin gösterilmesi de dikkatlerden kaçmadı. Yorumlar ne olursa olsun, son 20 yılın vasatlığından bıkmış bir kesim, TRT2’nin iki günlük programlarını büyük bir sevinçle karşıladılar.
Peki TRT2’nin dönüşünü nasıl yorumlayacağız? Bu öncelikle iktidarın bu alandaki zayıflığının kabülünü gösteriyor. Yani bir “pes” deme hali var. Elbette bir “içeri alma” süreciyle beraber yürüyecek bu. Ama asıl çok tartışılmayan bir yön daha var. O da genç muhafazakar aydın ve yazarlarda oluşan AKP’nin ürettiği vasatlığa karşı duydukları tepki. Elbette çok dillendirilmeyen, faturası yüksek olabilecek bir tepki bu. Fakat yeni TRT2’de böyle bir kesimin emeğinin olduğunu da hissediyorum az da olsa. Bu muhafazakar aydın kuşağı derken, İsmet özel ile Oğuz Atay’ı, Marx ile Mevlana’yı bulamaç yapan, şimdi AKP borazanı olmuş, geçmişin Sırrı Süreyya’yı da konuk etmiş Meksika Sınırı gibi örnekten bahsetmiyorum. Espri ile söylemek gerekirse, bir tarafıyla “genç muhafazakar entelijansiya da rahatsız”.
TRT2’nin nasıl bir hal alacağını ancak yaşayarak göreceğiz. Ama şimdilik bastırılmış bir kanalı, özellikle taşralı bizim kuşak üzerinde fazlasıyla etkili olmuş bir kanalı yeniden görmek güzel.