AKP’nin seçimde yaşadığı başarısızlık yandaşlar arasındaki çatlakları görünür kılmaya devam ediyor. Bir süredir” siyasal iktidarı aldık ama kültürel iktidarda başarısız olduk” şeklinde rahatsızlık seçim sonrası İslamcı yazarlar arasında iyice ayyuka çıkmış görünüyor. Bu örtük ya da kaçakça yapılan eleştiriler, Gezi öncesi sol-sosyalist aydınlarla yumuşak temas içinde olan kalemlerde daha da yoğunlaşmış durumda.
Nihal Bengisu Karaca nostalji kokan uzun bir yazı yazdı geçenlerde. Yazının başlığı da manidardı: “Bu Feryat Bülbül sesi mi?”. Şöyle diyordu gayet duygusal bir ses tonuyla Nihal, “Enformatik Cehalet” kitabını ezberlediğimiz Nabi Avcı’nın “Walter Benjamin’in ‘Pasajlar’ı okundu mu?” diye sorduğu, İsmet Özel’in “şiir geldi” diyerek övdüğü Süleyman Çobanoğlu’nun akşamüstü kuşağında bir kültür sanat programında sunucu olduğu, şimdi devlette çalışan Ahmet Demirhan’ın uzun uzun Heidegger konuştuğu, “Bilginin İslamileştirilmesi” meselesine bakmayanın, Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezini tartışamayanın adamdan sayılmadığı, İsmail Kara ve İsmet Özel’in şimdi hayal bile edemeyeceğimiz lezette bir programı beraberce yaptıkları, değirmenin suyu Refah Partisi ve uzantıları olduğu halde dileyenin dilediği gibi Erbakan eleştirisi yapabildiği ama dışlanmadığı, en büyük skandalın başörtülü bir kızla bir yapımcı ya da kameraman arasında bir “aşk” yeşermesi ihtimalinin “görüldüğü” dedikodusundan ibaret olduğu, en büyük yolsuzluğun tuğla kalınlığında olan ve YKY’nin herkese göndermediği “Ulysses’imi kim aldı?” üzerinden döndüğü bir Kanal 7’den bahsediyorum.”
Evet uzun bir alıntı oldu, arada nokta olmadığı için kesemedim. Nihal, 2013 Gezi öncesi İslami entelektüellerdeki atmosferi vermeye çalışmış. Batı kültürünü ve edebiyatını merak eden, bazen o koca mirastan pragmatistçe İslam haklıya çıkan “Batının Çöküşü”nü anlasa da harıl harıl okunan, karşı taraftan dostlar edinildiği, meraklı bir dönemi anmış özlemle.
Evet; Gezi bir milattı. İslami cenahtaki hevesli entelektüellerin “samimiyetsizliği”ni gösteren sert bir milat. İzledik hep beraber Heidegger, Derrida, Benjamin ya da Lorca diyen bir kesim çok sert bir dönüş yapıverdi; hatta Kabataş yalanını da köpürttü utanmadan. Gezi sonrası Yeni Şafak’taki köşesini bırakan Murat Menteş gibi onurlu bir iki isim dışında, o kesimden yıllarca tek bir itiraz yükselmedi; Emile Zola gibi çıkıp bu “yalan” denilmedi. Canla başla Reisçi oluverdi hepsi birden. Tarkovski, hoşgörü, Hermonitik, Levinas uçuşup gidivermişti.
Geçmişte ben de görüşürdüm Nihal ile, sinema konuşur kitap önerileri verirdik karşılıklı. Sonra araya koca bir uçurum girdi kendi istedikleri. İnsan sormak istiyor şimdi; o cehennemin taşları döşenirken, siz de bir tuğla eklemeye çalışıyordunuz büyük bir özgüvenle. Gerçekten bu kadar kolay mıydı değişim. Sanırım sert bir sesin maliyeti çok yüksek olacaktı; onun için sustular. Koltuklar, belediye fonları, danışmanlıklar, taksitler, konfor artık neyse. Şimdi bir iktidarın adım adım çöküşü, vasatlığın sıvanayamayacak görüntüsü, eski iktidarsız “güzel” günler özlemini tetikleyiverdi. Yoksylduk ama onurluyduk martavalı.
Daha Nihal’in duygusal eleştirisinin dumanı dağılmadan, şair ağızlı yandaş İsmail Kılıçarslan’dan da sert bir yazı geliverdi. Patetik tavrı, çaycı İslami edebiyat dergilerinde pişmiş kalenderliği; ama en önemlisi de sinik diliyle Kılıçarslan arada laiklere de vurmayı ihmal etmeyerek çöküşün sebebini İslami orta sınıfa yüklüyordu.
Yeni Şafak’ya yayınlanan “Muhafazakar Orta Sınıf nasıl Çıldırdı?” yazısında kendince bir döküm ve sosyal-okluk yapıyordu. Bu arada Perihan Mağden’in kulağını da çınlatmış olalım. Sahi o nerelerde? Yazara göre mesele seküler orta sınıfların delirmesinden daha vahimmiş. Şöyle devam ediyordu yandaş yazar “Öncelikle bir adet muhafazakâr iktidar gerekti. O iktidarın açtığı alanda “yeni bir yaşam kültürü inşa etmek mümkün” cümlesinin dolaşıma girmesi gerekti. Bu cümlenin çeşitli görünür görünmez etkileri oldu. Bu etkiler zamanla büyük bir toplumsallık üretti ve muhafazakâr orta sınıfla seküler orta sınıf el ele vererek tertemiz delirdiler. “
Yani AKP’nin yarattığı muhafazakar orta sınıf kendisini yaratan iktidardan ve “kutlu” davadan vazgeçmiş, bekaa için didinilen fedakarlığı hiç görmemiş, kendini tüketime ve dünyeviliğe vermişti. Yani eprimiş kazaklarıyla Fatih Camii duvarında çay içeceklerine, onlar başka bir telden çalmışlardı. Ona göre “Nargile kafelerden babyshower partilerine, instagram tesettürcülerinden çay romantizmine kadar bir dünya “garabet” tam bu boşluktan sızdı hayatımıza. Tıpkıbasım hatlarla, ederinden fazla ödenen tespihlerle, değersiz ebrularla devam etti yoluna.”
Kılıçarslan’a göre Kabe önünde evlilik teklifleriyle başlayan yol, “hayatı “romantik ve dini” bir şeymiş gibi kurgulayan “pempe dindarlar”la, “abdest suyunu şalımla kurulamak istiyorum” cümleleriyle, duvarlarında hat levhaları asılı çikolata kafelerle, moda haftalarıyla, romantik Bosna turlarıyla, ultra romantik Kudüs gezileriyle” devam edivermişti. Kılıçarslan büyük bir ikiyüzlülükle muhafazakar alt sınıflara-yoksullara bile inmiş dünyeviliği mahkum ediveriyor.
Kuşağının Leman dergisinden miras bol sıfatlı ironik diliyle suçu yine başkasına yükleyiveriyor kendini temize çekerek; ve de otantik kılıyor kendini. Açıkçası yemezler! Gemi batarken kendini temize çekivermiş kalander edebiyatçılığıyla. Kılıçarslan’ın rahatsızlığı, muhafazakar ailelerden gelmekle beraber yaşam tarzları ve özlemleri başka 1980 ve sonrası doğumlu bir kitlenin ihbar edilmesi bir tarafıyla. Kılıçarslan’nın yazısı Nihal’in yazısı gibi bir nostaljiden çok, “başkaları bozdu” özgüveniyle avunuyor belli. Nemli ve gül kokulu Fatih kıraathanelerinde, sadece İslami yayınların yığıldığı Beyazıt kitapçılarında, yemlik olarak verilmiş Sultanahmet’in tarihi vakıf binalarında, “7 Güzel Adam” mitinin ısıtldığıYediiklim gibi dergi ofislerinde çürütükleri dirseklerini, kendince yoksul ama heroik İslamcığı özlüyor belli.
Evet; İslami yeni orta sınıf ve dünyevileşme AKP’nin gerilemesinde etkili; ama başta kendi gibi kalemlerin, Gezi sonrası ürettikleri kutuplaşmacı, rövanşçı dilleri daha da etkili unutturuyor kurnaz yazar. Suç yine muhafazakar yoksulların ve orta sınıfın, “pembe dindarlar”ın, taksitle aldığı son model cep telefonundan çektiği Kabeli selfie’yi paylaşanların ve bol kiç dekorasyonlu nargileci mekanlarının olmuş.
Hatırlayanlar çıkacaktır bu zat, 2009’larda Ülke Tv’de “Meksika Sınırı” adında bir program yapıyordu Selahattin Yusufi ile; ki Gezi ile saldırgan dilini kazanmadan önce, bizim Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak’taki sevimli kaymakam rolü ile hatırlayacağız kendisini. Programa AKP’nin şimdi hapse koyduğu Sırrı Süreya Önder de konuk oluyordu sıksık. Ayrıca programın konuklarından şair Hakan Aslanbenzer’i bugünlerdeki “camii bizim değil mi ister pimapen takarız ister kılima” diyen twitinden hatırlarsınız.
Sanırım program adını madun bir tarafı imtiyazlandırarak, westernlerin de gözde mekanlarından Meksika Sınırı’ndan alıyordu. Ya da İslamcıların 90’lardan kült yazarlarındanMehmet Efe’nin şiiri Meksika Sınırı’ndan alıyor bilemiyorum. Çok da önemli değil; sınır sınırdır! Uzun süre mağdurluk edebiyatı yapan bir kitle açısından Meksika denilince, boğazda viski içen solcular olarak ABD tarafı biz oluyorduk sanırım. Meksika Sınırı, ülkemizde 90’ların sonunda Met-Üst’ün Hayvan-Öküz ve Esmer gibi dergilerinde pişmiş; şimdi Ot, Bavu, Kafa ve İslami cenahta Cins gibi dergilerde yeni bir format edinen bir dille konuşuyordu.
Hem Oğuz Atay hem Said Nursi, hem İsmet Özel hem Nazım, hem Tarkovski hem de Necip Fazıl aynı bağlamlarda, taşkın bir patetizmle mevzuu oluyordu. Meksika Sınırı, 1990’larda Toktamış Ateş ve Abdurahman Dilipak ile başlamış, Birikim dergisinin teorik tahkimatını sağladığı, şimdi cemaatten içerde Ali Bulaç’ın “Medine Vesikası” tartışmasını güncellediği, AKP’nin iyimser bir Avrupa Birliği hayaliyle köpürttüğü , merkez sağ tınılı “birlikte yaşamak” pragmatizmini gösteriyordu bir tarafıyla.
Aynı dönemlerde, Nuray Mert önderliğinde Aydın Çubukçu’dan Nihat Genç’e birçok sol ve solumsu aydını içine alan ve konsolosluk kapılarında bekleşilen Doğu Konferans’ının da zamanlarıydı. Sadece o değil elbette; Emrah Serbes’ten Kaan Çaydamlı ve bir dönem Reis fedaisi Hakan Albayrak’a birçok yazarı buluşturan Afili Filintalar sitesi de kaybedenler retoriğiyle coşturuyorlardı ortalığı. Malesef bu loser-kaybeden retoriği Emrah Serbes’in elinden üç cana maloldu elim bir trafik kazasında. Oysa Bukowski’nin aşırı alkol tüketimiyle sadece kendine zararı vardı.
Evet pişmanlıklar, yan çizmeler, örtük ve kaçak eleştiriler gelmeye devam edecek. İstanbul seçimlerinin İmamoğlu lehine bir sonucu bu çözülmeyi daha hızlandıracak belli.
Haa bu arada… Meksika Sınırı tekrar çizilir mi? İşte bu kez yemezler diyeceğim kendi adıma. Çünkü Meksika tarafında hep biz olduk yüzlerce yıla yayılan mücadelelerle. Zapata bizimdi. Subkomadante Marcos da!