"Geçtiğimiz 16 yılda kültür sanat alanında istediğimiz yere gelememe konusunda hep iç geçiririm" diyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “iç geçirmesi” İstanbul seçimlerinin yenilenme kararından sonra kültür-sanat dünyasından yükselen “Her Şey Güzel Olacak” seslerinden anlaşılıyor ki, önümüzdeki günlerde daha da büyüyerek devam edecek. Dile kolay, Sayın Erdoğan İstanbul’u 25 yıldır, Türkiye’yi de 17 yıldır yönetiyor. Sağ ve muhafazakar ideoloji, doğası gereği sistem içidir, değişimin yanında değil, daha çok statükonun (kurulu düzenin) yanındadır. Oysa sanat ve yaratıcılık doğası gereği, sisteme dahil olmayı, statükoyu reddeder, özgürlükçü ve aykırı olmayı gerektirir. Hal böyle olunca, sağın beslendiği topraklar, sanat kültür açısından oldukça kurak kalır. Sağın sanatı kurak kalınca, en önemli özelliklerinden biri, hatipliğinin gücü ile kitleleri motive etmek olan Erdoğan, işine gelse de, gelmese de solun ulusal ve evrensel ölçülerde sembolü olan Nazım Hikmet gibi, Ahmet Arif gibi şairlerin “işine gelen” şiirlerini okur. Kongrelerinde, mitinglerinde Aşık Veysel ya da Neşet Ertaş türküleri çaldırır, Yunus Emre’nin felsefesini dillendirir… Nazım Hikmet’in “Davet” şiirindeki “bu cehennem, bu cennet bizim” dizesinde “cehennemi” kaldırıp, yalnızca “bu cennet bizim” vurgusu yapsa da Erdoğan açısından gerçek budur… Kurulu düzenden çıkar sağlayan “sanatçıların” sayısının artmış olması, ağırlığını şarkı söyleyenlerin oluşturduğu sanatçıların iktidardan yana tavır almış olmaları bu gerçeği değiştirmez, tersine güçlendirir. Sanatçının kendisini sağda ya da solda tarif edip etmemesi de. Her kalıcılık da iktidara yakınlık ve uzaklık belirleyici olur. Örneğin bireysel olsa da protest merkezli Arabesk’in Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses gibi önemli isimlerinin iktidara yaklaştıkça üretimlerinin ortadan kalkması, etki alanların daralması tesadüf değildir. Tıpkı Yavuz Bingöl’de de olduğu gibi! Çünkü sanat iktidara, daha doğru bir ifadeyle statükoya yaklaştıkça tükenir, uzaklaştıkça güçlenir! Çünkü sanat özgürlük ister… Bundan dolayı, “Müzik haramdır” diyenleri, güzel sanatları reddedenleri baş tacı edenlerin, sanatın ve sanatçının aykırılığını görmeleri ve onlardan destek almaları mümkün olmaz. “Bunlar sanatı toplum için değil sanat için yaparlar, bunların sanatının içine tüküreyim” diyenlerin, Müjdat Gezen’e, Metin Akpınar’a terörist muamelesi çekenlerin, Nazım Hikmet şiiri okuyup, Genco Erkal’ın oynadığı “Güneşin Sofrasında” oyununu yasaklayanların, satırla sergi basanların, uçak merdivenlerinde linç yaptıranların “iç geçirmeleri” bitmez… Belki de bu yaklaşımın bir sonucu sağcılar “kültür-sanat deyince daha çok “etliye sütlüye” karışmayan müzik sanatçılarını anlar. Toplumsal öfkeleri, tepkileri birey üzerinden harekete geçiren Arabesk ise, “batsın bu dünya” dese de, Bu devirde kimse, Sultan değil, Hükümdar değil, Padişah değil” dese de son tahlilde “sistemle hesaplaşmayı” göze alamadığı için daha çok “dalgakıran” rolü üstlenir!

TEK DOĞRUYA DAYANAN DİN

Bütün bunların arka planında yatan ise, bir yanıyla toplumsal ve siyasi kirlenme, diğer yanıyla da genel olarak dinin, özel olarak da siyasal İslamın kaçınılmaz bir şekilde “tekliği” ve “kayıtsız itiatı” zorunlu kılmasıdır. Yapısı gereği “tek doğruya” dayanan din bu nedenle “birçok doğrunun” bir arada yaşayabildiği demokrasiyi reddeder. İnsan doğasına da aykırı olan bu tek doğru “hoşgörü” ile aşılmaya çalışılsa da, bu hoşgörü nerde başlayıp, nerede bittiği belli olmayan “tahammül sınırına” kadar gelir ve orada sona erer! Din tek doğruya dayandığı için bireyi birey olmaktan çıkarırken, demokrasi bireyi öne çıkarır! Dinin öne çıkmasını engellediği, “kul” yaptığı birey, yaratıcı, sorgulayıcı ve en önemlisi itiraz edici olamaz. Üretemez, aykırı ve özgürlükçü olamaz, tersine itiatkar olur. Biadı zorunlu olarak değil doğal olarak benimser. İtiatın ve biatın olduğu ortamda da sanat yeşerip, boy vermez. Cumhuriyet döneminde sağdan çıkan önemli Nihal Atsız, Necip Fazıl gibi birkaç ismin olması ise bu gerçeği değiştirmez. Zira onların da en önemli özellikleri “aykırı” olmalarıydı… Demokrasi isteyen özgürlükçüler egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne inmesi, siyasal İslamcılar ise egemenliğin gökyüzüne kalması için çaba gösterir… İlk çağdan bu yana mağaralarda çizimlerle başlamış sanatın siyasal İslamcı coğrafyada büyüyememesinin sebebi buralarda yatar, Afganistan’daki gibi kuş sesinin yasaklanmasına kadar gider… Erdoğan’ın artık kontrol edemediği ve daha da büyüyeceği görülen, “her şey güzel olacak” isyanının kökenlerinde kabul etmek istemese de bu gerçekler yatar… Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri olan Füsun Demirel’in ifadesiyle “Kırmızı renkteki muhaliflerdenseniz size asla salon verilmese de” kurulu düzenin kaçınılmaz sonu değişmez. Tiyatro’nun, sinemanın, sanatın gün ışığıyla bir biçimde buluşması engellenemez…

ERDOĞAN’IN İSTEDİĞİ SANATÇI PROFİLİ

Siyasal İslamcılar devletin, kamunun olanaklarını sanki kendi bahşettikleri olanaklar gibi düşündükleri için çok rahat, “sinemadaki düzenlemeler için bize geldiler, teşekkür ettiler, şimdi de bunlarla beraber şakşakçılık yapıyorlar” diyebilirler. Onlar sanatçının farklı düşünebileceğine, haksızlığa tavır alabileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmek istemezler. Sanatçı sanatıyla konuşur. Bu tür insanlara dalkavukluk yapmaz” derken de, aslında karşılarında bekledikleri “sanatçı profili” haktan hukuktan bahsetmeyen, haksızlığa ses çıkarmayan, dalkavuk ve saray soytarısı profillerdir! Erdoğan’ın, Bahçeli’nin ve Nevşehir Belediye Başkanı’nın, sanatçıların “her şey güzel olacak” diyerek haksızlığa tavır almalarına yönelik tahammülsüzlüğünün , Adaletinizin terazisini sileyim diye sanatçılara küfreden, AKP’nin YSK temsilcisinin tahammülsüzlüğünün arka planında bu vardır! Türkiye’de siyasi mizahın ölmesinin arka planında da bu yaklaşım yatar. Sabahattin Alilerin, Aziz Nesinlerin, Rıfat Ilgazların 1945’lerde 60 bin satan “Marko Paşa”sını anlamadan, 1980’lerde 500 bin satan GIRGIR Dergisinin yok olmasını sorgulamadan bugünü anlayamayız! Bütün tartışmalı yanlarına rağmen karikatürleri çizilen, kendileri ile dalga geçilen skeçler yapılan Demirel’in, Ecevit’in, Erbakan’ın “hakaretten neden dava açmadıklarını” da anlayamayız. Bunu anlayamayınca Metin Akpınar’ın, Zeki Alasya’nın “Deve Kuşu Kaberası”nı da, “Yasakları”nı da, Kemal Sunal’ın, İlyas Salman’ın, Şener Şen’in siyasi içerikli komedi filmlerinin bugün bile neden bu kadar çok izlendiğini de anlayamayız! Bunları anlayamayanlar, kendi toprakları kuru, verecekleri her örnek defolu olduğu için, zorunlu kaldıklarından dolayı, mitinglerinde, toplantılarında, kongrelerinde Aşık Veysel’e, Nazım Hikmet’e sahip çıkarlar, onlardan dörtlükler okurlar. Kendi dünyalarında, Kerbela’daki Hüseyin, Serez’deki Şeyh Bedrettin, Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş, Yunus Emre, Konya’daki Mevlana, Sivas’taki Pir Sultan gibi önemli figürler olmayınca bu figürlere sahip çıkarlar…

BİR DÖNEMİN KAPANMA SANCILARI

Erdoğan’ın sanatçılardan sonra statlarda da yükselen “her şey güzel olacak” seslerine yönelik de "Ya bu statları biz yaptık, biz. Bunlar yanlış yolda. Ama biz düzelteceğiz. Hepsi kayda giriyor" demesi boşuna değil, o da artık bir dönemin sonuna geldiğinin farkında. Artık ne heyecan yaratabiliyor, ne de hayal! Yaratıcılıkları yerlerde sürükleniyor, bu yüzden Ekrem İmamoğlu’nun yarattığı sloganı da, yaptığı vaadleri de çalma ihtiyacı hissediyorlar… Belli ki, bin yıldır bu topraklarda süren iki çizgi mücadelesi artık başka bir evreye sıçrayacak. İbn Rüşt’ün “aklı” İmam Gazali’nin “nakli” karşısında felsefik açıdan hep öndeydi ama artık günlük hayatta da öne geçmeye hazırlanıyor… Edebiyatta, müzikte, siyasette, felsefede, bilimde, tıpta siyasal İslamcılardan ulusal ve evrensel ölçülerde 5 kişi bile saymakta zorlandığımız ama yüzü değişime, özgürlüğe, eşitliğe dönük yüzlerce ismi rahatlıkla sayabileceğimiz ülkemiz, değişimi, sanatın ve kültürün özgürce serpilip gelişeceği yeni bir siyasal iklimi fazlasıyla hak ediyor. HAYIR, BUNU SİZ YAPTINIZ” Demokrasi kaygısı olmadan, özgürlük istemeden, aykırı olmadan, haksızlığa karşı çıkmadan bir sanatçının iz bırakması mümkün değil… Yazıyı komünist ve savaş karşıtı ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso’nun efsane olmuş ve bugünkü tartışmalara da ışık tutacak meşhur tavrı ile kapatalım: İspanya İç Savaşı sırasında kurulmuş olan İspanyol Cumhuriyetçi Hükümeti, o dönemde Paris’te yaşayan Picasso’dan destek isterler. Picasso’da faşizmin bombaladığı kenti resmeder ve ortaya savaşın acımasız yüzünü açığa çıkaran, bütün dünyada savaşa ve faşizme itirazın sembolü olarak görülen Guernica çıkar. Sene 1937’dir. Aradan birkaç yıl geçer, II. Dünya Savaşı sırasında Paris Nazi işgaline uğrar. Picasso, Gestapo tarafından sorgulanır ve sorgulamada Picasso’ya Guernica için “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorulur, Picasso “Hayır, bunu siz yaptınız” der…