Demokrasi ile otokrasi arasındaki büyük felsefik, ideolojik ve tabi uygulama farkı kitap sayfalarında ya da konuşma metinleri arasında varlığını sürdürüyor olsa da savaş hali ile birlikte kimin daha demokrat, kimin daha otokrat olduğu belirsiz bir hal aldı ve “neredeyse herkes” otokrat oluverdi!
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve “önce bütün gerçekleri öldüren savaş”, dünyanın nasıl bir çifte standart üzerinde yürüdüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. Çifte standart ve yalan iç içe geçince, dün ısrarla demokrasiyi öne çıkaranların, uluslararası hukukun öneminin vurgulayanların bir anda bırakın söylediklerini unutmayı, altına imza attıkları yazılı metinleri bile unuttuklarını görüyoruz!
Küresel sermayenin, ulusları ve devletleri aşan hakimiyeti ideolojileri (yani asıl olarak iktidar alternatifi ideolojik yaklaşımları) bilerek ve isteyerek önemsizleştirince, dünyayı kontrol eden yüzde 1, yüzde 99’u kendi yanında taraf olmaya zorluyor. Hal böyle olunca, 1937’de faşizm koşullarında ölen İtalyan komünist ve düşünür Antonio Gramsci’nin dediği gibi “ölen eskinin yerine yenisi bir türlü konamadığı için dönem canavarlar zamanı” oluyor, tıpkı şimdi olduğu gibi. İddialarının arkasından rüzgara karşı yürüyenlerin sayısı sürekli azalıyor. “Canavarlar” kendileri dışında herkesi “biz ve onlar” ekseninde taraf olmaya zorluyor. Gramsci’nin 100 yıl önce egemenlik (hegomanya) meselesine “devletin zoru” yerine “sivil toplumun rızasını” öne çıkaran yaklaşımını ise kimse duymak, görmek ve göstermek istemiyor!
Nitekim büyük gürültülerle ve iddialarla toplanan, NATO, G7 ve AB zirveleri bunun tipik birer örneği oldular! Tek tek toplantılardan daha çok “Batı”nın ortak refleksini gösteren bu toplantılarda sürpriz olmadı ve barış çabalarından daha çok savaşa müdahale etme “kararlılığı” öne çıktı: Adına “savunma” denilen “silah ve savaş sanayine” daha fazla yatırım ve kaynak aktarımı, Ukrayna’ya daha fazla silah sevkiyatı, Rusya’ya daha fazla ekonomik baskı ve Çin’e parmak sallamak!
NATO’dan G7’den böyle kararların çıkması sürpriz değil ama dramatik bir şekilde sürpriz ve can acıtıcı olanın bu gelişmeler karşısında Avrupa solunun, sosyal demokrat hareketin, yeşil hareketin önemli bir bölümü gerekçesi ne olursa olsun “silahlanmayı” destekliyor olması!
Örneğin, Almanya’da SPD, Yeşiller ve FDP’den oluşan hükümet 100 milyar Euro’luk “ek savunma” bütçesi kararı alırken, sosyal demokratların ve yeşillerin tabanından, sendikalardan büyük itirazlar gelmiyor. Başkanlığını bir süre Türkiye’de tutuklu kalmış Almanya PEN Başkanı Deniz Yücel bile “Ukrayna üzerinde uçuşa yasak bölge ilan edilmesini ve NATO'nun savaşa daha güçlü müdahale etmesi” çağrısı yapabiliyor…
Ortaya çıkan bu dramatik tabloyu, “Demokrasi ve sosyal devleti korumayı” amaçlayan ve “Yüksek askeri harcamaların Anayasa şartı haline getirilmesine hayır” diyen aydın, yazar, sanatçı, milletvekili 600 kişi bir imza kampanyası ile bozmaya çalışıyor olsa da sesleri Almanya içinde bile duyulmuyor. Oysa söyledikleri çok değerli: “Onlarca yıldır planlanan silahlanma, Ukrayna'daki ölümleri sona erdirmiyor, dünyamızı daha barışçıl ve güvenli hale getirmiyor. Gelecek adına yapılan askeri harcamaları kabul etmiyoruz!”
Almanya’da ve dünyanın birçok ülkesindeki bu tablo bizde de maalesef çok farklı değil. Geniş yığınlara savaş sopası gösterilerek, sağlık, eğitim, toplu ulaşım, barınma, gelirlerin eşit ve adil paylaşımı gibi birçok gerçeklik yerini “savaş ve kriz koşularında yoksullukla yaşamaya alışmaya” bırakıyor.
ÇİFTE STANDART
Adana’da Furkan Vakfı eylemine müdahale eden polisin “orantısız güç kullanımı” neredeyse bütün siyasi parti genel başkanları tarafından haklı olarak eleştirildi. Adana’daki polis şiddetinin eleştirilmesi “insan hak ve özgürlüklerinin ihmalinden ya da orantısız güçten” daha çok dayak yiyen göstericinin ve dayak atan polisin başörtülü olmasından kaynaklandı.
Memlekette herkes yalnızca işine geleni öne çıkardığında demokrasi de, hukuk da, adalet de çifte standart öne çıkıyor. Çifte standart öne çıkınca da neyin doğru, neyin yanlış olduğu şaşıyor! İnsan hak ve özgürlüklerine yalnızca mevcut yasalar çerçevesinde bile baksak tablonun Furkan Vakfı’nın eyleminde yaşanan polis şiddeti ile sınırlı olmadığını göreceğiz ve bütün haksızlıklara eşit mesafede durarak tavır alacağız. Bunu yaparsak işte o zaman Türkiye normalleşme yolunda adım atar!
Furkan üyelerine uygulanan şiddete haklı olarak ve doğru bir tavır sergileyerek karşı çıkanlar, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) raporlarının tümünü okumak bir yana, bu raporlara göz ucuyla bile baksalar Türkiye’deki tablonun ne kadar içler acısı olduğunu görecektir!
22 sayfalık “Verilerle 2021 Yılında Türkiye’de İnsan Hakları İhlalleri Raporu”na göre 2021 yılının ilk 11 ayında, kadınların, işçilerin, öğrencilerin, emeklilerin yaptığı ve “kolluk güçlerinin toplanma ve gösteri özgürlüğü kapsamında yapılan barışçıl eylem ve etkinliklere müdahalesi sonucu en az 28'i çocuk olmak üzere 3540 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmış, 45 kişi ise yaralanmıştır” meraklısına duyurulur!