Mezarlık türküleri söylüyorduk çaresizce. Bağlıydı elimiz kolumuz; bir şey gelmiyordu. Gözyaşı dökebiliyorduk sadece sefilce.
Sesimiz duyulmadığı gibi gözyaşımız da görülmüyordu. Kızarmış burunlarımızı çekiyorduk acı içinde.
Kafamı nereye çevirsem geleceğin ölülerini görüyorum. Coşkuyla yaşamıyorlar belki ama habersizce ölüyorlar kimi kahraman ilan ediliyor kimi o kadar da önemsenmiyor. Sadece ölüveriyorlar bazen birdenbire bazen uzun bir eziyetle.
Görevin ne senin?
Mezarlık bekçisiyim ben.
Ne iş yaparsın, ey mezarlık bekçisi?
Beklerim ben.
Ne beklersin?
Ağlamayı beklerim. Ağıt yakmayı… Hunharca parçalanmış körpe bedenleri beklerim. Günyüzü görmemiş kadın bedenlerini beklerim. Kâra bağlanmış kadın bedenlerini… Un ufak edilmiş kadın bedenlerini… Boğazı kesilmiş kadın bedenlerini… Hoş gördü diye oklanmış erkek bedenlerini beklerim. Kar topu oynadığı için bıçaklanan erkek bedenlerini… Kafası tekmelenen kedi bedenlerini beklerim. Patileri kesilen köpek bedenlerini beklerim. İçine çivi gizlenmiş mamaları yiyen sokak canlarını beklerim. Beklerim ben. Ağlamayı beklerim. Beklemek benim işim.
Profesyonel bekleyiciyiz biz. Uzman ağlayıcı… Beklemek ve ağlamak arasında geçiyor ömür. Neredesin ey ömür?
Eksen kayıp, iklim eksik. Tek bir mevsime hapsedildik. Ölüm mevsimine…
Kafamı nereye çevirsem geleceğin ölülerini görüyorum. Ölmemiş henüz ama hayatta da değil.
Ne çok ölüm, katliam, kan…
Ne çok acı…
Kim katlanabilir buna beli kırılmadan?
Yüreği dağlanmadan?
Ciğeri parçalanmadan?
Ah o tutmaz elimiz, ayağımız!
Biz işe yararız?
Sahi ne işe?
Yalancıların, düzenbazların, kan emicilerin, katillerin dünyasında yolun sağından yürümeye çalışan zarif aptallar mıyız?
Biz işe yararız?
Kafamı nereye çevirsem geleceğin ölülerini görüyorum.
Kesilecek ağaçları, yuvası tarumar edilecek kuşları, betona gömülecek karıncaları, rahiyasını salamadan koparılacak çiçekleri…
Yaşamın fazla seçenek sunmadığı zamanlar… İki ucu da pek hoş olmayan bir değnek elimize tutuşturuluyor. Hangisini seçsek laciverti. Ah lapis lazuli! Sen ki bir devir soyluluğun simgesiydin. Sen ki bir ara Kutsal Meryem’in yegâne giysisinin rengiydin. Ne ara kavgacı meclislerin takım elbisesi oldun? Ah lacivert, oysa ben seni hep severdim. Karadan kaçar sana sığınırdım. Ah lapis lazuli…
İki kötüden birini seçmek zorunda değildik. Belki de o değneği tam da orta yerinden kırmalıydık.
Ne bileyim ben? Ben bir tek beklemeyi bilirim. Mezarlıklarda ağıt yakmak için beklemeyi… Beklemek aşırı yorucu bir eylem…
Ne yapmalı ki? Bu geçmek bilmeyen ölüm mevsiminde sobaya odun mu atmalı, ateşimizi söndürsün diye tavandaki pervaneyi mi çalıştırmalı? Bilmiyorum ki bu mevsim sıcak mı soğuk mu. Ne sıcak ne soğuk ama öldürücü!
Kafamı nereye çevirsem geleceğin ölülerini görüyorum.
Bu ne adaletten ne de kalkınmadan yana olan Kara ve Acımasız partiyi sevmiyorum.
Önce makulü katlettiler. Doğruyu söyletmediler.
“Ne kimsenin yavrusu ölsün ne de bir can öldürülsün.”
Diyemezsin böyle bir söz, makulün katlinden beri.
Kafamı nereye çevirsem geleceğin ölülerini görüyorum.
Yaşama saygısı olmayanların diyarında kabristanlarda ağlamak için nöbetteyiz.
Sen bana ağla. Ben de sana…
Arkada kalan, önden gidene ağıt yaksın. Sonraki görevi devralsın.
‘Ölüm mevsimi’nden istifa etmek mümkün olsaydı yetkililere dilekçe yazardım.
Kafamı nereye çevirsem geleceğin ölülerini görüyorum.
Yaşatmıyorsunuz. Bunda da pek mahirsiniz.
Vicdanınız olsaydı sizi onunla baş başa bırakırdım ama yok. Öyleyse bu tek meziyetiniz ile anılınız.