Pek çoğunuzun bildiği üzere;
dünya düzeninin nasıl olması gerektiğiyle ilgilenen disipline politika; sanatın nasıl olması gerektiği ve düzeniyle ilgilenen disipline de poetika deniyor… Ve Nazım, bütün yaşamı boyunca kendi politikasına uygun bir poetika oluşturmak için biçimler denedi ve kendi poetikasını oluşturdu…
Üzülerek söylüyorum, Nazım’ın düşünce yapısına uygun olarak geliştirdiği poetikasını açıkladığı bir kitabı olmadı. Böyle bir kitabı yapmak mı istemedi, yoksa olanak mı bulamadı bunu bilemeyiz kuşkusuz. Fakat yaşadığı dönemin acı ve zor koşulları hepinizin malumu!
Aziz Çalışlar’ın 1987’de yayınladığı
Nazım Hikmet, Sanat ve Edebiyat Üstüne adlı kitabındaki Nazım mektuplarını, Aziz Çalışlar’ın değerlendirmelerini, O’nun poetikasını anlamak açısından değerli bir yapıt olarak kabul ediyorum ve mektuplardan kimi satırları aktaracağım, çünkü Nazım Hikmet şiirinin poetikasının kimi temel noktalarını açıklar nitelikte... O’nun poetikasını anlamak açısından son derece değerli.
Ayrıca mektuplar; Nazım’ın şiirinin evreleri ve kimi destanlarının oluşum süreçlerini anlamak açısından da başlı başına birer hazine niteliğinde… Kadrajı öylesine geniş düşünsel olgulardan hareket etmiş ki bu metinlerde, şaşırmamak elde değil.
Nazım hemen hemen bütün yazışmalarında ve özellikle de Kemal Tahir’e yazdıklarında içeriğin ne denli önemli olduğunu sürekli vurguluyor. İçeriği bir sanat yapıtında biçimi de oluşturan unsur olarak görüyor ve fakat yine de ve her zaman içerik ve biçimin birbirinden ayrılamaz iki yapıcı unsur olduğunun da altını çiziyor...
Nazım, geleneğin dönüştürülmesini de içeren ve içerik sorunsalını nasıl anladığını söyleyen mektuplarından birinde şöyle yazıyor;
“Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne varan şiirin kazandığı imkanlardan niçin faydalanmamalı? Bu sadece, şekli zorlamakla yeni şeyler yapabileceğini zannetmektir. Mesele şekilden çok muhtevada, muhtevanın yeniliğindedir. Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmaya doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişini –ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir- bilhassa “ölümü” bol terennüm ediyorlar… Bir acayip egotizme kaptırmışlar kendilerini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar yahut cesaretleri kafi gelmiyor…”
Nazım her sözünde içeriği son derece önemsediğinin altını çiziyor. Yeni bir şiir kurarken, yeniliğin biçimde değil içerikte olabileceğine inanıyor. Yeni bir içeriği, eski biçimlerle söyleyemeyeceğinize göre, biçimde ister istemez değişip yenilenecektir… Peki içerik nasıl yeni olabilir, bu nasıl başarılabilir! Temaların sınır ve boyutlarını genişleterek, temalara daha geniş bir kadrajdan bakarak olabilirdi. Sözgelimi Osmanlı tarihini sınıflar ve sınıf mücadelesi açısından değerlendirişi, o dönem için de şimdi için de bir şiirsel devrim değil midir?
Yine yazdığı mektuplardan birinde çok kıymetli bulduğumuz kimi destan şiirlerinin oluşum süreçlerini ve ülkedeki baskının dayanılmazlığını şöyle değerlendiriyor büyük şair:
“Beynelmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle bunları bastırabilirdim. Öte yandan bunlarda bazen Türkiye’nin realitesi bahis konusuydu. Benerci kendini öldürdü’de olduğu gibi. Bazılarında fantastik bir elamanın perdesi altında söyleyeceklerimi söylemek zorundaydım. Jokond ile Si-Yu-U’da olduğu gibi. Bazılarını ise daha açık yazabiliyordum. Bunlarda bilhassa hiciv, mizah unsurunu kullanmak imkanı oluyordu. Taranta Buba’ya Mektuplar’da olduğu gibi. Tabi bütün bu muhteva şekil üstüne de tesir etmekte gecikmiyordu. Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı’dır. Burada şekil bakımından, halk vezni unsurları, divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil imkanlarının bir muhasebesiydi…”
Hal böyleyken, kimi şiir bilmezler yıllarca; “Nazım’ın şiirindeki yenilik şekildedir, Maykovski’den aldığı şekli yenilik olarak sundu…” gibi son derece saçma/sapan şeyler söylediler. Nazım’ın Türk şiirinde yaptığı yenilik elbette ve asıl olarak içerikteydi, hiç kuşkusuz böyleydi!
Nazım, Osmanlı tarihine yepyeni bir değerlendirme açısı sunarken, gelenekten yararlanma düşüncesini de tek başına şiirin biçimsel alanıyla sınırlamıyor. Bunu gelenek ile bütün bir kültürel mirasın buluşması olarak anlıyor. Divan şiirinin yahut halk şiirinin kalıplarını, biçimini tekrarlayarak şiir üretmekten yana olmadığı, bütün bu kalıp ve biçimleri dönüştürerek kullandığı anlaşılıyor ki, Nazım Hikmet şiirinin, modern şiirimizin kurucu atası olması da bundandır kanımca.
Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nı yeni Türk şiiri açısından da, dünya şiiri açısından da büyük kılan işte bu anlama ve anlamlandırma biçimidir. Çünkü
Nazım bu şiirlerle sanıldığı gibi bir Doğu/Batı sentezi yapmamış, evrensel planda devrimci içerik ile devrimci biçimi başarıyla buluşturmuştur…
Nazım’ın, Bedreddin’i yeni ve devrimci bir tarzda dönüştürmesi tesadüf mü? Kuşkusuz değil. Varidat, şu söz üstüne kurulu değil mi? “
Ay ve Güneş herkesin lambasıdır. Hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur; öyleyse ekmek niçin herkesin ekmeyi değildir…” Şimdi şiir yazan kardeşlerime şu soruyu rahatlıkla sorabilirim; çağdaş şiirimiz ekmek kavgasından azade midir, yoksa bu kavganın içinde midir?
*Bu metin, 30 Mayıs 2019’da Tire’deki Nazım Hikmet Anması için oluşturulmuş ve kısaltılarak burada sunulmuştur. Bu metin oluşturulurken Özdemir İnce’nin, “
Cumhuriyet’in şairi Nazım Hikmet, Cumhuriyetsiz şair Necip Fazıl” kitabından yararlanılmıştır, Özdemir Ağabey’in emeğine saygımla.