Kendimizi tehdit altında hissettikçe ‘güven nesnelerine’ olan ihtiyacımız artar. Ne demek güven nesnesi? Çocuk mesela ilk evden ayrılıp okula gittiğinde yanında bir tanıdık ister. Mesela bebeklik battaniyesi mesela peluş oyuncağı. O güven nesnesi yanında olduğunda ‘dışardan’ ona kötülük gelmeyeceğine inanır ve kendisini güvende hisseder. Mantık basit. Kendinizi minicik bir çocuk bedeninde hissedip dev gibi tehlikeli yetişkinlerin arasında güçsüz hissediyorsanız sizi koruyacak bir ‘büyüğe’ ya da bir ‘büyüye’ ihtiyaç duyarsınız. Daha zorba olana hayranlık da işte böyle başlar. Şiddet sıradanlaşır. Çünkü sizden olan diğerine karşı üstünlük kuramazsa, diğerlerinin bizi yok edeceğine inandırılırız. Ve bu yok oluş kaygısı hatta lime lime edilme kaygısı (ölüm anksiyetesi bunun yanında pek masum kalır) toplumun her bireyini terörize ediyor. Güvende olmama- olamama. Çatısız, korunaksız ve her an tehdit altında olma toplumun adaletin varlığına dair inancını yitirmesiyle sonuçlanır. Dolandırıcıların serbest bırakılması, katillerin ortada cirit atması ve gündüz kuşağı kadın programlarındaki cinayet öyküleri maalesef toplumun ‘gerçeklik’ algısını param parça etti. Artık ne fail gerçek ne kurban gerçek.
Tarih: 13 Mart 1967 – 38 kişi gördü bir kişi yardım etmedi
İşte bir cinayet karşısında kırılan gerçeklik algısı sosyal psikoloji kitaplarında “Seyirci Etkisi” olarak kavramsallaştırılmıştı. Malum korkunç olay, Kitty Genovese adlı kadının defalarca bıçaklanıp öldürülmesiyle tarihe geçmiştir. Genç kadına tecavüz maksadıyla yaklaşan cani, kadın bağırınca bedenine birkaç bıçak darbesi indirir. Kadının sesine kimsenin çıkmadığını görünce katil bir kez daha Genovese’ye yaklaşır ve yine bıçaklar. Sürünerek evine doğru gitmeye çalışan genç kadın, tekrar bağırır. Sokaktaki evlerin bazılarının ışıkları yanar. Bundan korkan saldırgan, Kitty Genoves’i tekrar bıçaklar ve kaçar. Ancak, yine kimse gelmez. Artık daha fazla cesarete sahip olan tecavüzcü, Kitty Genoves’in yanına tekrar gelerek, yardım istemekte olan genç kadına son bıçak darbelerini de indirir ve karanlıkta kaybolur. Amerikan toplumu olay karşısında dehşete düşer. Biz ne zaman bu hale geldik, soruları TV’lerde sorulmaya başlar. Sonra üç cümlede özetlenir tartışmalar: “Nasıl olsa biri polisi arar, diye düşündük.” (Zira cinayeti gören çok kişiydik)- Ve olayı ne kadar çok kişi gördüyse olayın kişiler üzerindeki etkisi o kadar azalıyor ( Durumun ciddiyeti-sıradanlaştırma ) ve “Zaten çevre bu insanlarla dolu. Bunlar böyleler” (Çevrenin ve olayın belirsizliği)…
İşte böyle koca köy neden susar sorusuna cevap bulmaya çalışıyoruz. Siyasetçi ‘Biliyoruz ama anlatamayız.’ diyor, ‘Hadi gidin yine yalan söyleyin’ diyen köylü kadıncağız aleni şekilde yumruklanıyor. Çürümeye terk edilen minnacık bir kız çocuğunun ölüsü üzerinde bir sessizlik yemini. Kaybolan değil kaybettirilen çocukların ülkesinde korkarım ki ne ilk ne son çocuk Narin. En azından umudumuz koca köyü suskunluğa boğan dehşetin deşifre olması. Peki ya olmazsa yine cezasızlıkla sonuçlanırsa. Hani ‘güven nesnesi’ demiştik ya. Şayet hukuk olmazsa yaşamsal ihtiyacımız olan adalet yerini bulmazsa. İşte asıl dehşet o zaman başlayacak. Herkes kendi adaletini kurmaya başladığında. Çünkü şairin dediği gibi.
“Cinayeti kör bir kayıkçı gördü. Ben gördüm kulaklarım gördü... Hiçbiriniz orada yoktunuz. “ Hiçbirimiz yoktuk. 21 Ağustos’dan beri Narin yoktu. Biz ise hala yokuz.