Kıyaslama her zaman sıkıntılı bir konudur ancak yaşananlara ve verilen tepkilere bakınca insan ister istemez “biz de niye böyle olamıyor” demekten ve kıyaslamaktan kendini alamıyor!
Orada da burada da, dinse din, kutsalsa kutsal, din adamıysa din adamı!
Sorun ABD’ye ya da daha klasik ifadeyle “Batı’ya öykünmek” değil, sorun tabuları yıkabilmek, ifade özgürlüğü diye bir şey olduğunu hatırlamak!
George Floyd’un polisler tarafından katledilmesi sonrası, ırkçılığa tepki olarak başlayan ama ırkçılığı da aşan bir öfke patlamasına dönüşen protesto dalgası sırasında Trump’ın elinde İncil ile poz vermesine din görevlileri sert tepki gösterdi.
“Açık konuşayım. Bu mekruhtur. İncil sizin yaslanacağınız bir dekor değildir. Kilise, fotoğrafçılara poz verme sahnesi değildir. Din, siyasi alet değildir. Tanrı sizin oyuncağınız değildir” diyen Washington Piskoposu Mariann Budde’nin tepkisi gibi bir tepkiyi “Allahın her günü” dini siyasetin emrine koşulduğu ülkemizde örneğin İstanbul Müftüsü de gösterseydi acaba ne olurdu?
Ya da
“Irkçılığa ve dışlamanın her türlüsüne göz yumup ya da görmezden gelip yine de her bir insanın yaşamının kutsal olduğunu savunduğumuzu iddia edemeyiz” diyen Papa gibi bizde de Diyanet İşleri Başkanı İstanbul’daki Kilise saldırıları ve tehditler sonrası söyleseydi acaba ne olurdu?
Ya da “söyleniyor ve orada kalıyor ama hiçbir şey değişmiyor. Protestoların bu kadar hararetli olmasının nedeni de bu… Beyaz Amerikalılar, sürekli bu problem üzerine düşünmekten kaçındı. Bu da değişmeli” diyen ABD Basketbol Milli Takımı’nın Baş Antrenörü Gregg Popovich gibi bizde de her hangi bir milli takım antrenörü HDP belediyelerine atanan kayyımlar sonrası ortaya çıkıp “Beyaz Türkler, Kürt meselesinde gerçeklerden ve çözümden kaçıyor” deseydi acaba ne olurdu?
Popovich’in açıklamasında yer alan “Trump halkı birleştirmeye çalışmıyor. Trump sadece bölücü değil aynı zamanda bir yok edici, onun varlığı senin ölümün demek” şeklindeki cümlelerini anmak ise bizde kelimenin tam anlamıyla “yok edici” olacağı için girmek bile istemem!
MEYDAN OKUMA KİTLELERİ CESARETLENDİRİYOR
Yoksullukla zenginliğin arasında giderek artan eşitsizlik uzunca bir süredir tepkileri biriktiriyordu. Koronovirüs salgını yoksullarda bu eşitsizliği büyük bir gelecek kaygısıyla buluşturdu. ABD gibi ırkçı saldırıların ve söylemlerin Trump döneminde yeniden ve fazlasıyla öne çıktığı bir sırada “siyah” George Floyd’un “beyaz” polisler tarafından göz göre göre öldürülmesi bardağı taşırdı, biriken tepkiler öfkeye dönüştü. George Floyd’un öldürülmesini protestodan sistemi protesto etmeye ve daha da önemlisi sistemi sorgulamaya dönüştü…
Toplumun göz önünde bulunan, bilinen din adamlarının, “marka değeri” yüksek sporcuların, örneğin “Siyahların Hayatları Önemlidir” diyen tenisin yıldızlarının ya da aynı sloganı yaygınlaştıran sanatçıların, akademisyenlerin saldırıya, ırkçılığa ve onu besleyen sistemin temsilcisi pozisyonundaki Trump’a açıkça tepki göstermeleri ve meydan okumaları, “sıradan vatandaşı” cesaretlendirdi. Bu cesaret sokakların meydanları, meydanların da onlarca kenti etkilemesini sağladı ve Pandemi ile “teslim alınan” kitleler “teslim olmaya” isyan etmeye başladılar.
Biz 2013’de, dünyada 2018 ve 2019’da Şili’den Lübnan’a, Paris’ten Hong Kong’a kadar uzanan sisteme “isyan dalgası” yeniden kendisini gösterdi.
George Floyd üzerinden gelişen tepkilerin ABD sınırlarını aşıp, Paris’te 20 bin, Sdney’de 3 bin kişilik mitinglerle buluşmaya başlaması ise eşitsizlik, ötekileştirme ve kutuplaştırma üzerine kurulu vahşi kapitalist sistemi ve bu sistemin yarattığı otoriter liderleri sorgulamaya başlaması, eşitlik, özgürlük ve demokrasi arayışındaki yüzde 99 için son derece umut verici…