Can Atalay olayı, seçilmiş ve dokunulmazlık hakkına sahip bir milletvekilinin anayasanın ve yasaların açık hükmüne karşın, adeta bir “esir” gibi cezaevinde tutulmasının çok ötesine geçerek, bir devlet krizine evrilmiş durumda. Sorun, artık siyasallaşmış bir ceza davası olmanın ötesine geçerek, iktidarın meşruiyet kaynağının sorgulanmasına dönüştü. Ülke tam anlamıyla hukuksal ve siyasal bir kaosa sürükleniyor.
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay davasında “hak ihlali” kararı vererek, derhal serbest bırakılması ve milletvekilliği görevini yerine getirmesinin önündeki engellerin kaldırılması yönündeki beklenmedik ölçüdeki açık tutumu, devlette yaşanan kurumsal çöküşü de ortaya çıkardı. Çünkü, Anayasa’nın 6, 153 ve 158’inci maddelerindeki net ve yorum gerektirmeyecek ölçüdeki açık hükümlerine karşın, bu kararın gereği, siyasi iktidarın iradesine dayandığı anlaşılan alt mahkemeler tarafından yerine getirilmedi.
Daha önemlisi, bir “yüksek alt mahkeme” durumundaki Yargıtay’ın 3. Ceza Dairesi, bu kararı tanımadığını belirterek, yargı pramidinin tepesindeki AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Yargıtay 3. Dairesi daha da ileriye giderek, TBMM’ye de adeta bir “muhtıra” vererek, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmemesini adeta “suç” saydı.
Cumhurbaşkanı ve AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, önce Yargıtay kararının arkasında durduğunu ve desteklediğini ilan etti. Ancak, tepkiler büyüyünce kendilerinin “hakem” olduğunu ve uyuşmazlığı –bu yaklaşımda krizi sıradan bir uyuşmazlık gibi gösterme çabası söz konusuydu- çözmek için çalışacaklarını söyledi. Böyle kriz durumlarını fırsata çevirmek konusunda usta olan Erdoğan, mevcut anayasanın yetersiz olduğunu, krizin nedenin buradan kaynaklandığını da belirterek, yeni bir anayasa ihtiyacı olduğu tezini de tekrarladı.
* * *
Bugün ortada öyle bir siyasal tablo var ki, bu ülkede artık kimse mevcut anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak suçlamasıyla soruşturulamaz, yargılanamaz. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti artık tanımsız, anayasasız, kuralsız, yasaların iktidarın keyfine göre uygulandığı ya da yorumlandığı, dahası tarihsel referansları belirsiz, nitelikleri üzerinde mutabakat sağlanmamış bir devlet durumunda.
Dolayısıyla; Yargıtay kararının ve bu kararı destekleyen iktidarın tutumunun anlamı şudur; Anyasa’nın açık ve yoruma kapalı hükümlerine karşın, AYM’nin kararlarını tanımamak, bir “darbe” diye nitelendirilmese de tam anlamıyla bir devlet krizidir. Çünkü, bu tutum Anayasa’nın askıya alındığı anlamına gelmektedir. Anayasa’nın askıya alınması demek, iktidarın da ayaklarını bastığı hukuksal zeminin ortadan kalkması anlamına geliyor. İktidar kendi meşruiyet zeminini imha ediyor.
Başka bir anlatımla; bu fiili durum Türkiye’de siyasal iktidarın meşruiyet kaynağının belirsizleştiği, farklı iktidar odaklarının oluşmaya başladığı ve devleti bir arada tutan asgari hukuk zeminin dağıldığı bir ortam oluşturuyor demektir. Bu tablo bir anlamda fetrete düşmektir, yani iktidarın dağılması ve meşruiyet zeminin yitirilmesi durumudur. Türkiye şimdi giderek derinleşen bu kriz ortamında bir yön ve çıkış yolu arıyor.
* * *
Bu duruma son verecek olan güç, yeni bir kurucu iradedir. Erdoğan ve siyasal İslamcı hareket cumhuriyeti yıktı, ancak bir kurucu irade ortaya koyamadı. Kuruculuk için birikimleri, donanımları, tarihsel referansları, bilgileri, görgüleri ve güçlerinin son derece yetersiz olduğu ortaya çıktı. Tarihin akışına, insanın doğasına, akıl ve bilime karşı savaş açtıkları için, siyasal islamcı hareketin Türkiye gibi güçlü bir aydınlanma ve modernleşme birikimine sahip ülkede yeni bir kurucu irade ortaya koymaları son derece güçtü, zaten olmadı..
Diğer taraftan; yukarıda da belirtildiği gibi anayasasız, hukuksuz ve kuralsız bir dönemin içinde içine girildiği bu kaos ortamında, Erdoğan-AKP iktidarı, yeni bir kurucu irade geliştirebilmek için bu durumu körüklüyor olabilir. Önceki rejimin, cumhuriyetin bütün kurumlarını tam olarak çökertmeden ve imha etmeden yeni bir kuruluş sürecini başlatamayacaklarını düşünüyor ve dolayısıyla bu krizi derinleştirmek istiyor olabilirler. Ancak, krizi yıkıcı bir kaos ortamına taşıyıp taşımayacaklarını belirleyecek şey; ülkenin demokratik ve ilerici güçlerinin cesareti, direnişi ve yütürülecek mücadelenin kararlılığı olacaktır.
Bu arada ülkenin ilerici, aydınlanmacı ve devrimci güçleri de yeni bir kurucu irade oluşturamıyor. Çünkü solun önemli bir bölümü de ülkenin içinden geçtiği tarihsel dönemeci bütün boyutlarıyla kavrayamadığı gibi, liberal bir zihin kirlenmesinin bütün etkilerini yaşıyor. Devrimci olmayı değil, "demokrat" olmayı tercih ediyor. İdieolojik ve entelektüel cesaretle davranamıyor.
* * *
Bu bağlamda, CHP’nin yeni lideri Özgür Özel’in çıkışı önemli ve değerlidir. Özel’in, “Erdoğan liderliğinde anayasal düzene karşı bir kalkışma” olduğunu belirterek, halka bu “kalkışmayı birlikte bastırma” çağrısı yapması, hem CHP yakın tarihinde bir ilktir hem de geniş cumhuriyetçi toplum kesimlerini ve muhalefeti ayağa kaldrabilecek bir niteliğe sahiptir.
Özel, Erdoğan ve AKP iktidarına, “Eğer siz cumhuriyeti ve Anayasıyı tanımaz veya yok sayarsanız, biz de sizi tanımaz ve yok sayarız” diye seslendi. Doğrusu böyle radikal bir çıkışı kimse beklemiyordu. Zaten Erdoğan’a geri adım attıran ve kendisini birden bire taraf değil de “hakem” konumuna taşımasını sağlayan da bu çıkış oldu.
Şimdi, CHP’nin yeni yönetimle birlikte Cumhuriyetin kazanımlarını savunma konusunda ortaya koyduğu bu kararlılılığı kalıcı hale getirmek ve ileriye taşımak, solun, sosyalistlerin bu kavganın niteliğini kavrayarak hareket etmesine bağlıdır. Sol, hızla CHP’yi daha da cesaretlendirecek bir tutum almalı ve harekete geçmelidir. İlerici cepheyi tahkim etmek için, CHP’nin solunda etkin bir sosyalist odak ve güç birliği oluşturulması artık bir zorunluluktur.
TİP, kendi üyesi olan bir milletvekiline sahip çıkmak için elinden geleni yapıyor. Ancak, Can Atalay sadece TİP’li değil, hepimizin milletvekilidir. Yazının başında da belirtildiği gibi; sorun Atalay’ı çok aşarak, iktidarın ahlaki, hukuksal ve siyasal meşruiyetinin sorgulanmasına dönüştü. Bu kriz, tersinden demokratik bir fırsata da çevrilebilir. Tarih bizden gereğini yapmamızı, yani demokrasi, özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelesini yükseltmemizi bekliyor.