Türkiye-Yunanistan sınırına dayanan binlerce sığınmacı Yunanistan’a geçmek istiyor. Gerginlik sürüyor. AB bu ‘dayatmacı’ ve ‘şantaj’ durumuna, özellikle kendi kamuoyuna karşı ‘boyun eğen’ konuma düşmemek için direniyor. Ama bir yandan da, milyonları bulan bu göç dalgasından ancak Erdoğan’ı ikna ederek kurtulabileceğini biliyor.
Bu insanların Avrupa’ya geçmelerini önlemek, sadece Erdoğan’ın razı olmasıyla mümkün.
İşte bu yüzden hafta başı Brüksel’de yapılan görüşmenin, hiç iyi geçmemesi, tarafların birbirlerini ikna edememesi ve de Erdoğan’ın, ‘Ben söyleyeceğimi söyledim. Artık siz bilirsiniz’ deyip Brüksel’den erken ayrılmasına bile ses çıkaramadılar. “Kapılar açık, diyaloğa devam” mesajı verdiler. Hatta, AB’nin iki önemli ülkesinin liderlerini İstanbul’a gitmeye ikna ettiler. Bu nedenle, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 16 Mart’ta İstanbul’da olacaklar. Bir uzlaşı yolu arayacaklar.
Peki Türkiye ne istiyor, Avrupa ne diyor?
Bilindiği gibi 18 Mart 2016’da AB ile Türkiye arasında bir mutabakat imzalandı. Bu mutabakat, Türkiye topraklarından Avrupa’ya uzanan ve sayıları milyonu bulan Suriyeli mülteciler konusu ve yavaşlama sürecine girmiş olan Türkiye-AB katılım müzakerelerinin canlanmasını içermekteydi. Türkiye şimdi bu metnin Suriye’de değişen koşullar çerçevesinde ele alınmasını ve ayrıca tam üyelik perspektifinin yeniden canlandırılmasını istiyor. Mutabakatın en önemli kısımlarından biri AB’nin 2018 sonuna kadar Türkiye’ye 3+3 olacak şekilde toplam 6 milyar Euro’luk bir mali yardımda bulunması. Bu paranın şu ana kadar 2,7 milyar Euro’luk kısmı geldi.Türkiye, geri kalan bölümün bürokratik engellere takılmadan ve doğrudan Türk sivil toplum kuruluşlarına aktarılmasını istiyor.
AB ise mali kaynakların sivil toplum örgütlerinin projeleri çerçevesinde verilebildiğini, AB’de yerleşik kurumların Türkiye’deki vakıflarla iletişim içerisinde bunu yapıbildiklerini söylüyorlar. Proje olmayınca para yok. Yine de Brüksel bir formül arıyor. AB için ‘mali kaynak’ konusu daha kolay çözülebilecek bir konu. Yeterki Türkiye, ‘dayatmacı’ ve ‘Şantajcı’ tavrını değiştirsin. Miktar artabilir, paranın Türkiey’ye aktarımı konusunda da ‘nizami’ bir formül bulunabilir.
Ama Erdoğan bununla kalmayıp, müzakere sürecinin yeniden canlandırılması, gümrük birliği’nin revize edilmesi ve daha da önemlisi ‘Vizelerin kaldırılması’na yönelik adım bekliyor.
Çünkü, Türkiye ile AB arasında 2015’te başlayıp Mart 2016’da sonuçlanan müzakere sürecinin en önemli unsurlarından birini Türk vatandaşlarının sadece turistik amaçla Schengen bölgesi ülkelerine vizesiz seyahat hakkını elde etmeleri oluşturuyordu. Müzakereler sonucunda Türkiye’nin Vize Serbestisi Yol Haritası’nda yer alan 72 kriterin hepsini tamamlaması durumunda Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması’na paralel olarak Haziran 2016 sonundan itibaren vize serbestisi uygulamasına girmesi konusunda uzlaşılmıştı. Ancak Mart 2016 uzlaşısını gerçekleştiren dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu durumu sonuçlandırmıştı.
Ancak bir ‘iç politika manevrası’ ile Davutoğlu görevden alındı ve Binali Yıldırım Başbakan oldu. Ve Erdoğan da ‘Ey Avrupa!’ diye bir konuşma yapıp, kriterler içerisinde yer alan ‘Terör’ tanımını yasalarda değiştirmesi beklentisine rest çekti. Vizelerin serbest bırakılması da ortadan kalktı.
Peki şimdi yeniden bu konu gündeme gelir mi? Kesinlikle gelmez. Türkiye’de gazeteci, akademisyen ve siyasetçilere yönelik tutuklamalar, gözaltılar ve soruşturmalar sürerken AB vizeleri kaldırmaya yanaşmaz, konuşmaz bile… En ufak bir taviz vermez. Demokrasinin gelişmesi ve insan hakları kriterlerinin eksiksiz uygulanması gerekiyor. 18 Mart mutabakatı, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine dönük müzakerelerin canlandırılması ve üst düzey siyasi diyalog kurulmasını da içeriyor. Ancak AB, bu konuda da adım atmaz. Nedeni ise Türkiye’nin artık ‘tek adam’ rejimi ile yönetilmesi, parlamenter sistemin tamamen kaldırılması, demokrasinin adeta askıya alınması…
Sonuçta tek cümleyle durumu özetleyeyim. “Demokratik adımlar, sorunların tamamını çözer”.