Fransız İhtilali sırasında yoksulluktan kırılan halka Marie Antoinette hiçbir zaman “Ekmek yoksa pasta yesinler” dememiştir. Bu, tarihin en ünlü iftiralarından biridir. Ancak kendisine yakışmıştır da. Aşırılıkları ve skandallarıyla devrimin nefret objesine dönüşen Marie Antoinette’in üzerinde bu söz hiç sırıtmamıştır. Bir rivayete göre ise kaçarlarken yanına çok sayıda bavul ve eşya aldığı için bindikleri at arabası kaza yaptığı için yakalanmışlardır.
Yakın zamanda Bernardo Bertolucci’nin ‘1900’ filmini yeniden izledim. Neredeyse beş buçuk saatlik filmi Bertolucci çekmiş de çekmiş. Bıraksalar on gün sürecek bir film çekebilirmiş sanki. Evet uzun ama insan izledikçe izliyor. Bir sinema şaheseri! İnsana ve döneme dair neler anlatmıyor ki film?
1900’lerin başındaki İtalya’yı, sınıf farklılıklarını, adaletsizlikleri, toprakla birlikte alınıp satılan köle köylüleri, Faşizmi, Mussolini dönemini, çekilen acıları, zenginlerin şatafatını, ekmeğini bir tadı olsun diye kuru balığa sürtüp yiyen yoksulları, kemiğe dayanan bıçakları, paramparça olan kemikleri ve Faşizme karşı ayaklanan komünistleri…
“Bıçak kemiğe dayandı.”
İnsan etinden olabildiğince fedakârlık edebiliyor da iş kemiğe gelince tahammül tükeniyor.
***
Amerikalı ünlü gazeteci Alfred Henry Lewis 1906 yılında “İnsanlık ve anarşi arasında sadece dokuz öğün vardır” demiştir. Lewis’e göre insanların üç gün aç kalması toplumsal kaos, büyük ayaklanmalar ve anarşi için yeterlidir.
Fransız İhtilali, Bolşeviklerin 'Ekim Devrimi' ve İtalya’da Faşizme karşı başlayan ayaklanma Lewis'i doğrular.
Medeniyet kırılgandır. Kriz ve kaos anlarında medeniyet hemen unutulur.
Çağımızdaki en büyük problemlerden biri gelir dağılımındaki adaletsizlik. Peki ama neden tarihtekilere benzer ayaklanmalar olmuyor? Bir teze göre bunun nedeni refahın göreceli olarak artmış olması. İnsanlar başını sokacak bir evi, ayağını yerden kesecek ucuz bir otomobili, geleceğe dair umutları olduğu sürece başkalarının lüks veya sayısız evlerini, pahalı otomobillerini, şatafatlı yaşamlarını dert etmiyor. Birazcık içerlememekle yetiniyor.
İtiraz barınamadığında, geçinemediğinde başlıyor. Çalışarak, eğitim alarak kaderini değiştireceğine dair umudu kalmadığında… Ömrü boyunca çalışsa da evsahibi olamayacağını anladığında… Çocuğuna süt, ayakkabı, ekmek alamadığında… Marketlerde bebek mamaları zincirlendiğinde…
***
Monako Yat Kulübü’nde ıstakozlar, Maldivler’de lüks tatiller, Rolex saatlerle selfie’ler, direksiyonu başında punda şekeri çekilen lüks otomobiller, logoları göze sokulan çantalar, özel alışveriş için kapatılan mağazalar… El değiştiren belediyelerin küçük sarayları andıran başkanlık katları, vatandaşa bırakılan milyonlarca dolarlık borçları…
Tepki çok! Tepki büyük! Üstelik bu şatafatı ve gösterişi “Boğaz’daki yalısında oturup viskisini içenler” diyenler yapıyor. İyi eğitim almış diplomatlara “Monşerler” diyenler yapıyor. “Beyaz Türkler”, “Elitler”, “Egemenler” diyerek ayrımcı nefret dili kullananlar yapıyor.
Fiyatlar almış başını gidiyor. Millet yılda bir kilo et yiyemiyor. Geceleri karanlıkta oturuyor. Isınmıyor, battaniyeye sarılıyor. Konutları uyuşturucu baronları alıyor. Üniversite mezunu inşaat işçisi oluyor, kurye oluyor. Öğretmen oluyor atanamıyor. Doktor oluyor dayak yiyor.
Çok değil birkaç ay önce altınlı kahve içen görgüsüzleri konuşuyorduk. O zaman da büyük bir tepki oluşmuştu. Neden? Kara para aklayanlar, şatafat içinde küstahlık yapanlar insanların tepesinin tasını attırdı.
Bıçak kemiğe dayanmayı geçti. Bıçak kemiği parçalayıp geçti.