Bu zorlu günleri, umudun kendisi ve şiirler, romanlar, yazılarla atlatacağız kuşkusuz... Tabi okuduğumuz kitaplardan yine de acı ve öfke sızacak hayata, bırakın sızsın ki o öfke, umudumuzu diri tutmamıza yardımcı olsun, çünkü yalnızca umut çıkarabilir bizleri bu kör kuyudan…
Hayli zamandır okuma programımdaydı ancak, bu korona günlerinde sıra geldi. Acı çekerek, hüzünlenerek, öfkelenerek bitirdim; “
Başın Öne Eğilmesin-Sabahattin Ali’nin Romanı”
Hıfzı Topuz Ağabey’imin kendi anılarıyla da bezeyerek anlattığı bu büyük edebiyat insanımızın yaşamı, zorlukları, kederi karşısında (ne kadar biliyor olsak da) bir kez daha dilsizleşiyor, yumruğunu sıkıyor insan… Ve bir kez daha söylenmeden edemiyorsun; “
Ölüm hep mi bize düşer usta…”
2 Nisan 1948’de umutla, yeni bir yaşam bulmak uğrunda çıktığı yolculuğu, Bulgaristan sınırındaki
Istıranca Dağları'nın eteğinde kanla biten eşsiz romantik âşık, şair, romancı
Sabahattin Ali!
Bulgaristan’ın Gümülcine kasabasında 25 Şubat 1907’de doğmuş. O yıllarda Bulgaristan Osmanlı toprağı, babası da ora doğumlu bir
Yüzbaşı Ali Selahattin bey; görev yeri sıklıkla değişen bir Osmanlı askeri. Bundan ötürü ki küçük Sabahattin öğrenimini, İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli okullarında tamamlamış; Edremit'e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde…
İlkokul sonrası parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na girmiş, beş yıl burada okuduktan sonra, İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun olmuş (1926). Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya gitmiş ve iki yıl (1928 - 1930), Almanya'da Postdam ve Berlin'de öğrenim görmüş. Yurda döndükten sonra
Aydın ve
Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmış…
Devletin hışmına ilk olarak Konya’da uğramış. Sonradan tanınan bir tarihçi olan
Cemal Kutay ve
Emin Soysal’ın çıkarttığı “
Yeni Anadolu” adlı bir gazetede başyazarlık yaparken “fikir ayrılığına” düşmüşler ve Sabahattin Ali gazeteden ayrılmış. Bunun üzerine Cemal Kutay ve Emin Soysal, daha önce yazıp gazeteye bıraktığı bir şiirin kimi yerlerini değiştirerek
; Mustafa Kemal’e hakaret ettiği gerekçesiyle yargılanmasını sağlamışlar. İlk mahpusluk da böylece başlamış, 14 ay hapis…
Bir kısmı Konya’da, bir kısmı da “
Hapishane Şarkıları”nı yazmaya başladığı
Sinop Cezaevi’nde geçmiş…
“Dışarda mevsim baharmış/ Gezip dolaşanlar varmış/ Günler su gibi akarmış/ Geçmiyor günler geçmiyor…” yahut “
Dertlerin kalkınca şaha/ Bir sitem yolla Allah'a/ Görecek günler var daha/ Aldırma gönül aldırma…” Sonraki yıllarda bestelenmeleriyle de herkesi derinden etkileyen şiirler olarak hafızamızdadır hâlâ! 14 aylık cezasının bitmesine kısa bir süre kala, Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanıp dışarı çıkmış ve soluğu Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı’nda almış, görev istemektedir; 1934’de öğretmenliğe değil de, bakanlık yayın müdürlüğü bünyesinde bir göreve atanır. Kısmen memnundur, hiç değilse yaşamını sürdürebilecektir.
Sabahattin Ali’nin ömrü âşık olarak geçmiştir dersem, hiç abartılı olmaz. Çünkü o gördüğü kadınlara platonik âşık olmaktan özel bir haz almaktadır; sözgelimi uzaktan akrabası da olan Nahit Hanım’a aşkı; O’nu uzun yıllar derinden etkileyecektir. Nahit Hanım güzeldir de; pek çok şair de ona âşıktır...
Orhan Veli, Arif Damar (Barikat) ilk akla gelenler…
Almanya dönüşü (1930) amcasının Erenköy’deki evinde kalır bir süre; komşu kızları Aliye’yi de orada tanır. O yıllarda daha 8. sınıf öğrencisidir Aliye. Aradan yıllar geçer 1934’de amcasına bir mektup yazar Sabahattin; Aliye’yle evlenmek istemektedir… 16 Mayıs 1935’de evlenirler. Ve Eylül 1937’de Filiz Ali dünyaya gelir. Sıkıntılar artar, eksilmez…
Bu arada “
İçimizdeki Şeytan" adlı romanı yayınlanır. Turancı/milliyetçi çevrelerden büyük tepki alır bu roman. 1944’de ünlü Turancı
Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, dava sırasında çok sıkıntılar çekmiştir. Davayı kazanmasına karşın Milli Eğitim’deki görevinden alınmış ve denebilirse yapayalnız bırakılmıştır… Yazı yazılacak mecra yoktur, para yoktur, özgürlük hiç yoktur. Bütün neşesine, yaşamak isteğiyle dolu olmasına karşın, hep bunalan bir insandır artık Sabahattin Ali.
Tam da bu günlerde bir gazete çıkarmak fikri gündeme gelir. Parayı Sabahattin Ali koyacaktır (1.000 lira) emekse Aziz Nesin’den… Derginin adı “
Marko Paşa”, dergi öyle tutacaktır ki, neredeyse karaborsada satılır haldedir. Kimi sayıları baskı üstüne baskı yapan derginin Başyazılarını
Sabahattin Ali yazmaktadır. Dergideki imzasız yazıların neredeyse bütünü
Aziz Nesin tarafından yazılmaktadır. Çizgileri
Mim Uykusuz çizmekte ve
Rıfat Ilgaz önemli yazarlarından biridir Marko Paşa’nın. Kısa sürede önemli işler başarırlar, fakat tahmin edebileceğiniz gibi dergi kapatılır. Yerine “
Merhum Paşa”, ardından “
Malum Paşa” sonra “
Ali Baba” dergilerini çıkartırlarsa da hiçbir biçimde muhalif söz söylemelerine izin verilmez ve derginin kadroları ağır cezalarda yargılanıp, ağır cezalar alırlar. Gözaltı süreçleri ve ünlü
Sansaryan Hanı’ndaki sorgu geceleri de hiç eksik olmaz hayatlarından. Her seferinde “
Komünistlerin Moskova’ya” gitmeleri önerilir…
Bu arada dergide yayınlanan imzasız yazılardan ötürü açılan bir davadan, “mesul müdür” olması sıfatıyla ceza alır ve Eylül 1947’de salıverilir… Daha sonra “
Sırça Köşk” adlı öyküsünden ötürü hakkında tekrar tutuklama kararı verilen Sabahattin Ali, 31 Aralık 1947’de serbest kalır… Kırgındır, sıkkındır, ağır mali sıkıntılar içindedir…
Ellerindeki son yayın organı
Ali Baba yeni kapatılmıştır; canına tak eder ve aniden “nakliyeci” olmaya karar verir. Bu düşüncesini avukatı da olan dostu Mehmet Ali Cimcoz’a açtı; “
yoruldum dedi şehirlerin tuzağından, eserlerim için yeni malzemelere ihtiyacım var ve biraz da uzaklaşmak istiyorum bu baskılardan...” Kaynak bir başka yerden bulunur ama kamyon Adalet Cimcoz’un üstüne alınır ve Sabahattin Ali’yi ölüme götüren nakliyecilik işi de böylece başlamış olur…
Zaten bir süre önce
Ali Baba dergisinde yazdığı bir yazıda “
Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı…" diye yazmıştı.
Ve 2 Nisan 1948’de Milli İstihbaratla ortak hareket eden
Ali Ertekin namında bir neidüğü belirsiz tarafından Bulgaristan’a kaçırılmak vaadi ile götürüldüğü
Istıranca Dağları'nın eteğindeki ormanlarda katledilir… Cenazesi aylarca bulunamaz ailesi, dostları merak içindedir… Ve aylar sonra bir çoban (Şükrü)tarafından bulunan cesedi tanınmaz haldedir. Kimi parçaları çürümüş, kimi parçaları yaban hayvanlarınca yenilmiştir… Ha,
Ali Ertekin mi? 4 yıl ceza alır, daha bir yılı dolmadan çıkan aftan yararlanarak dışarı çıkar!
Ve zalimin, kan emicinin çarkı, o günden bugüne binlerce yurtseveri yutarak dönmeye devam ediyor... Umut mu? Artık yersiz ölmeyelim! Ne zalimin çarkında ezilelim, ne Kovid-19’a yenilelim…