İnsanlık tarihinin akışına bakıldığında toplumsal ve siyasal süreçlerde ve olaylarda “insan varlığı” doğası itibarıyle “gerçekler”den daha çok “ütopya”ların peşinden sürüklenmiştir. 

Ütopyaların tasarladığı, tanımladığı, ulaşılması hedeflenen “ideal düzen” ve buna dönük politik ve toplumsal motivasyon, kaynağını insanların önemli bölümü için adil ve eşit olduğu düşünülen “vaat edilen cennet”ten almakta.

Böyle bir ütopya hayalinin gerçekleşmesi durumda insanlar, tüm yaşamsal sorun ve kaygılardan bu cennette kurtulacakları düşünmekteler. Şunu eklemek gerek ki; birçok modern politik seküler ideolojinin doğasında böyle bir zihniyet dünyası ve “bilişsel yol/anlam haritası” da mevcut olmuştur.

Tarihin zaman tünelinde ütopyalar öncülüğünde yol alan insan ne yazık ki yaşamın gerçekliğinde bu ütopyaları önemli ölçüde distopyaya dönüşmüştür.  Ve “distopya”nın karanlık dünyası, insanın ruhu ve bedenini zincire vuran bir kabusa dönüşmüştür. Bu kavramın politik yönü ise totaliter, otokratik partilerin inşa etmeye çalıştıkları "kötülük rejimleri" nin ve onların karakteristik yapılarının egemen olduğu dünya ve diyarı işaret etmiştir.

Bu bağlamdan bakıldığında George Orwell’in 1949’da yayınlanan “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” (1984) içinde güçlü metaforların olduğu “politik roman”ı ve bunun kurgusunu “distopya” çalışmalarının şaheseri olarak kabul etmek gerekir. Orwell, İspanya İç Savaşı sırasında Franco’ya karşı savaşan İspanyol Cumhuriyetçilerinin yanında milis olarak savaşır ve aynı zamanda bu iç savaşta yaşanılanları kaleme alır. Rivayet o ki Orwell’in totalitarizmin insan doğasını çölleştiren eko-sistemi anlattığı “1984” ve “Hayvan Çiftliği” adlı metaforik eserlerinin yazımında bu yaşadığı deneyimin etkisi olduğu düşünülmekte. Bu iki eser sağ ve sol totalitarizm eleştirisi olarak yorumlanıp Orwell epeyce hırpalanmıştır.   

Totaliter rüzgarların estiği bir dönemde bu çalışmayı kaleme alan Orwell, “totaliter parti”nin örgütlediği “toplum ve devlet modeli” ile inşa etmeye çalıştığı “insan tipi”nin trajik dünyasını bu eser üzerinden anlatmaya çalışır.

Orwell’in tanımladığı ve kahramanlar üzerinden inşa ettiği bu dünya, tüm kural, kurum, kuruluş ve zihinlere sızan bir diktatör olan “Büyük Birader” (Big Brother) tarafından yönetilen “Okyanusya” adı verilen hayali bir ülkedir. Bu hayali ülke, varlığını, bütünlüğünü bir “dış düşman”lar paradigması üzerine kurmuştur.
Bu kurgusal ülkede üretimde, politikada toplumsal yaşamda bir kaos ve savaş durumu yaşanmakta olup, insanlar “propaganda” ve “beyin yıkama” teknikleri ile kontrol altına alınmaktadır. 

Bu eserin ana kahramanlarından biri ise “Winston Smith” adlı karakter olmakta. “Gerçek Bakanlığı”nda çalışmakta olan Smith, parti tarafından verilen görev doğrultusunda geçmişi olmayan kahramanlar yaratmakta ya da mevcut sistem tarafından önemini yitirmiş mevcut kahramanları da hain ilan etmektedir.

Ayrıca “Okyanusya” ülkesi de propaganda icabı yine hayali olan “Avrasya” ve “Doğu Asya” ile savaş halindedir. Ve bu savaşa dahil bir takım hayali senaryolar üretilerek, yurttaşlar, korku, gurur ve kahramanlık hikayeleri ile yönlendirilmektedir. Ayrıca bu totaliter süper güç ekonomi, sosyal yaşam, her alanda hedeflenen verileri sürekli bir şekilde halka anons etmekte. Kısacası Okyanusya’da yaşam bir savaş durumuna dönüşmüş gibidir…

Okyanusya’da bir dönem egemen parti ve sistemin içinde olup, “Büyük Birader”in arkadaşı olan, sonrasında “Oligarşik Kolektivizmin Teorisi ve Pratiği” adlı kitap yazarak muhaliflerin lideri durumuna gelen Emmanuel Goldstein kurgusu var ki oldukça ilginç olmakta. Emmanuel Goldstein, Okyanusya’da “ortak nefret”in adı olup ve aynı zamanda içerde siyasi ve toplumsal rejimin meşruiyetini sağlayan, sürekli yeniden üretilen komplo ve kötü senaryoların ana aktörü olmuştur.

Okyanusya’da, hayali bu düşman “politik figür”ün ve buna dair fikir akışı ve belirtesine dair ifadeler ekranlarda gösterilerek “2 dakika nefret” seanslarıyla kitleler bu hayali düşmana karşı hipnotize edilerek iktidarın devamlılığı amaçlanmakta.

Bu çalışmada ilginç olan “büyük birader” “çiftdüşün”, “düşünce polisi”, “yeni söylem” (ingsos), “2 dakika nefret” kavramlarıdır.
“Yenisöylem” (ingsos), parti tarafından oluşturulan “düşünce sistemi”ni ifade ederken buna dair sözcükler, fikirler, ifadeler bu öğretide bulunmakta ve bunun dışında düşünmek ve fikirler üretmek yasak olmakta. İngsos, kısacası bu eser için söylenen şekilde totalitarizmin “kontrol/ kontrollü dili”ni ifade etmektedir.
Yine rejimdeki totaliter parti ve devletin sloganları şöyle ifade edilmekte. 
“Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir. Cahillik Güçtür.”

Ayrıca bu eserin sinema versiyonun yönetmenliğini Michael Radford yapmış, oyunculuklarını ise John Hurt ve Richard Burton’un yaptığı aynı adlı “1984” filmidir. 
Bu eserde John Hurt’ı kurgusal karakter olan “Winston Smith” rolünde görmekteyiz. 

Buradaki “Winston Smith”in zihinsel ve fiziksel savaşı, günümüzün farklı olan her şeye düşman totaliter sistemlere, otokrasilere karşı ya da benzer şeklide yozlaşmış kurumlarda savaş veren herkesi hatırlatıyor. 

Söyleyeceğim şu ki; demokrasilerin yozlaştığı, demokratik çoğulculuğun, çoğunlukçu sosyolojik ve politik diktaya dönüştüğü ya da azınlığın diktaya yöneldiği durumlarda Orwell’in bu çalışmasına ait kavramların günümüzde de karşılıklarını ve faillerini bulmak mümkün.

Bu eserde anlatılan hikâyeye benzer olan şu ki demokrasi dışı rejimlerde politik muktedirlerin “gözetleyen büyük birader”i, seçmen kitlelerini yönlendirmek amacıyla belli toplum kesimlerine ve politik figürlere karşı bu eserde geçen şekliyle benzer uygulamalara devam etmekte. Ve toplumsal kitleye “düşünce polis”liği, ile “2 dakika nefret” seanslarıyla “nefret” ve “linç” duygularını enjekte ederek iktidarını ebedîleştirmek istemektedir. 

Ve mesele şu ki baskı oldukça ve baskıya dayalı aygıtlar tüm boyutlarıyla insanın varoluş olanaklarını olanaksız bir noktaya taşımaya çalıştıkça, buna dönük direniş aygıtları ve sanatları da gelişecektir. Bu anlamda insanın özgür, eşit adil ve insanca var olma hayalleri ve ütopyası da hiç bitmeyecektir.