“… O ki dünyanın son bucağına kadar bakabilir,
Her şeyi görür, her şeyi bilir,
Üstü örtülü olanı açığa çıkartırdı.
Tüm bilgelik ve tecrübeler ona aitti,
Sırları görür, saklı olanı bulur,
Tufanı öncesinden haber verir,
Bitap düşene kadar yol alırdı,
Tüm emekleri bir taşa kazınmıştır,
Çevresi duvarlarla örülü Uruk’ta,
Kutsal tapınak Eanna’nın surlarını o yaptırmıştır…”
“Sha Nagba İmuru” Sümer/Akad dilinde “Her şeyi görmüş olan” anlamında bir sözcük. Vaktiyle Gılgamış için kullanılırdı. Gılgamış adının diğer anlamlarından biri de “isyan eden”dir. Garip ki içinden geçtiğimiz bu yeni zaman, bizlerin hem ‘her şeyi görmüş’ ve hem de ‘isyan edecek’ bir mitoloji kahramanına ihtiyacımız olduğunu duyumsatıyor, yanılıyor muyum bilmem?
Klasik metinleri oldum olası çok sevmişimdir; o metinler, içinde yeni olanı da taşırmış gibi gelir bana hep. Ve bu modern zamanlarda insan, iyiye doğru evrilişini durdurdu sanki ve yeniden ‘berbat
liderlere’ tapınma dönemi başladı ve o liderlerin insan hayatını değersizleştirerek taşıdıkları yeni kötücül sulara doğru güçlü bir debi var… İşte belki de bütün bunlardan bunlardan bunlardan ötürü, döner döner o klasik metinlere sığınırız belki de. M.Ö 3 yılından kalma, denebilirse insanlığın bu ilk yazılı destanı (şiiri) bunlardan biri: ‘Uruk Aslanı Gılgamış”*
Gaziantep’in Suriye’ye sınır ilçesi Karkamış’ın Milattan Önceki adı Uruk’tu. Bu gösterişli, dört bir yanı kalın surlarla çevrili, korunaklı, zengin kentin kralı da Gılgamış namında korkusuz, deli-dolu, isyankâr bir adamdı. Bu hafta size o korkusuz adamı sezdirmek istedim, çünkü vakti geldi. Çünkü destanın ortaya çıktığı Mezopotamya ve yakın toprakları yeniden toz duman, yeniden kan altındadır. Uruk’un da içinde yer aldığı ve Edirne’ye kadar uzanan bu topraklarda öylesine adaletsiz, öylesine hukuksuz bir yönetim anlayışı var ki yeniden, beni, yazılı tarihin başlangıcı sayılan Sümerler’e geri dönüp, orada adalet ve hukuk aramaya zorluyor; dedim ya, klasik metinlerin tadına doyum olmuyor.
Sözgelimi, destanın üçüncü tabletinde Gılgamış yoldaşı Enkidu’nun söylediği şu sözler; “Göz kamaştırıcı nesnelerin parıltısı arttıkça, insanın iç gözü de o derece körleşir…” Yahut “ağaçların bir
ülkenin zenginliği olduğunu bilmiyor musun?” serzenişi; milattan önceki 3000’lerden günümüze uzanan yepyeni, daha dün söylenmiş gibi taptaze sözler değil mi?
Gılgamış Destanı tarihte ortaya çıkmış ilk yazılı şiirler ve başta Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ olmak üzere, pek çok tarihçi ve bilim insanına göre de tek tanrılı dinlerin kaynağı... Çünkü metin
okunduğunda “Nuh Tufanı” başta olmak üzere, kutsal kitaplardaki (Tevrat, İncil, Kur’an) kimi inanış ve ritüellerin kaynağının bu destanda saklı olduğunu görüyorsunuz. Destanın on birinci tabletinde yer alan şu bölüm; “Uçsuz bucaksız ülke, toprak bir testi gibi kırıldı. Şiddetli güney fırtınası, yüksek dağları suya gömmek ve insanlığın üstüne bir kâbus gibi çökmek için, bütün bir gün boyunca esti durdu.
İnsanlar birbirlerini görmez oldular; göktekiler bile göremiyordu onları. Tanrılar da korkmuştu bu tufandan…” Ve yedi gece yedi gün süren tufan, sonunda geminin “Nisir Dağı”na oturmasıyla diner.
Nisir Dağı’nın Cudi yahut Ağrı Dağları olduğu rivayet edilir… İşte bu tufandan korkmayan tek insan ‘Utnapiştim’di. Tanrı EA’nın verdiği öğüde uyarak, yaşayan her canlıdan bir çifti ve insanları yaptığı devasa gemiyle tufandan koruyan Utnapiştim; tek tanrılı dinlerin ‘Nuh Peygamber’idir.
Utnapiştim’in, ölümsüzlük otunu bulmak için krallığını terk eden Gılgamış’ı karşısına oturtup anlattığı ‘yaratılış’ hikâyesinin şu bölümü de müthiş geldi bana: “... Bilgelik tanrısı EA ve ana tanrıça Mama insanoğlunu yarattılar… Bu iş için bir miktar kil alarak iki figür yaptılar ve onlara yaşam üflediler. Fakat kil tek başına yeterli değildi, yaşam yaratmak için ete ve kana ihtiyaçları olduğundan, tanrılardan birini kurban etmeleri gerekiyordu. Adı çoktan unutulmuş olan büyük ‘Anunaki’ tanrılarından biri, bu iş için kendisini feda etti. İşte bu yüzden insanlar tanrısal kökenli olmalarına rağmen aynı zamanda ölümlüdür, çünkü yaşamları ancak ölümün araya girmesiyle başlayabilmiştir…”
Bundan ötürü belki de üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan Gılgamış bunaldı bir gün tanrıların eziyetinden ve kılıcını çekerek, göğe doğru savurdu; “ey tanrılar, bundan sonra gök sizinse, yeryüzü
insanındır” dedi. Fakat aradan geçen bu binlerce yılda, yeryüzü insanın olabildi mi gerçekten?
Kuşkusuz, insanlık Gılgamış’tan bu yana çok yollar yürüdü. İnançları yüzünden yakıldı kimileri, kimilerinin derisi yüzüldü, kimileri asıldı, dara çekildi, boynu vuruldu. Fakat insanlık iyiyi, doğruyu, hakkı aramaktan asla vazgeçmedi. Bu gerçeği geriye dönüp tarihi okuma becerisinden yoksun tutucu siyasilere anlatmanın bir yolu olacak mı bilemem? Ama bir gün insanlığın ‘iyi’ bir dünyaya ulaşacağını çekinerek de olsa söyleyebilirim! Binlerce yıllık bu kadim hikâyelerin, destanların, şiirlerin öğrettiği sanırım budur; bu gerçeğe inanmak fikri de olmasa, “e n’olacak o fikir de olmasa” demeyin sakın; yaşamak büsbütün zor olacak, biliyorum!
10 Temmuz 2020, İzmir
*Harald Braem, Uruk Aslanı “Gılgameş”, Yurt Yayınları 2004, Ankara