Bütün ülkede koyu bir karamsarlık kol geziyor. Ağır bir yenilgi duygusu toplumun bütün ilerici, demokrat (merkez sol ve sağ), cumhuriyetçi ve sol kesimlerini içine alarak yayılıyor. Bu toplumsal ruh hali, tahmin edilebileceği gibi, seçim sonuçlarından kaynaklanıyor. Çünkü, seçim öncesinde, gericiliğinin yenilgiye uğratılacağı konusunda öyle büyük bir beklenti oluşmuştu ki, ortaya çıkan sonucun yarattığı hayal kırıklığı da o ölçüde derin oldu. Daha önemlisi, kimi gazeteci ve aydınların seçim sonuçlarının nesnel ve tarihsel bir analizini yapmak yerine, kolaycı ve o ölçüde de derinliği olmayan genel geçer değerlendirmeler yapması, örneğin sorunu bir partinin genel başkanlık değişimine indirgemeleri, sözünü ettiğimiz yenilmişlik duygusunu bir yıkıma dönüştürmeye başladı. CHP ve Kılıçdaroğlu’na rağmen ortaya çıkan büyük direniş potansiyeli pusulasız bırakıldı. Durum böyle olunca, yüzde 48 oranı gibi, toplumdaki her iki kişiden birinin sergilediği büyük ve geleceğe aktarılması gereken demokratik direniş potansiyeli ahmakça harcanmaya başlandı. İktidarın kazanamadığı “ezici zafer” neredeyse altın bir tepsi içinde hediye edildi. Öyle ki, AKP ve Cumhur İttifakı’nın bile ezici zaferden söz etmediği bir ortamda, -çünkü ezici zafer kazanmadıklarını en iyi onlar biliyor- ideolojik ve moral inisiyatif yeniden gerici bloka bırakıldı. Oysa ülkeyi yıkıcı bir ekonomik krize sürükleyen, iflas etmiş iktidar blokuna karşı, seçim sonrasında da yükselen bir toplumsal muhalefet örgütlenebilirdi. Yapılamadı. Bu ruh hali sadece sıradan insanlarda değil, halkın en ileri, aydınlanmış ve bu anlamda siyasallaşmış kesimlerinde de bulunuyor. Umutsuzluk ve teslimiyet yayılmaya, bütün ülkeyi içine alma eğilimine girmiş durumda. Akıl almaz bir şekilde bütün olup bitenler CHP’deki liderlik tartışmasına sıkıştırıldı. Üstelik ortada ne bir yön tartışması ne de değişimin kapmasına ilişkin ideolojik, felsefi ve siyasal bir değerlendirme çabası var. Öncelikle bu karamsarlığı aşmak, toplumu yeniden ayağa kaldırmak gerekiyor. Şimdi, geçen hafta yaptığımız gibi, yine maddeler halinde görüşlerimi ayrıntılandırmaya çalışacağım. 1- Öncelikle tartışılması gereken olgu; seçimlerin adil ve demokratik olmayan koşullarda, devlet gücünün devreye sokulduğu bir ortamda yapılmasıdır. Halkın iradesinin baskı, zorbalık, hile, kara propaganda, yalan ve iftira ile bir alamda “çalındığı” olgusunun bilince çıkarılmasıdır. Bu bağlamda, iktidarın ahlaki ve siyasal meşruiyetinin sorgulanmasıdır. 2- Bütün olumsuz ve eşit olmayan koşullara karşın, yüzde 48 gibi, neredeyse toplumda her iki kişiden birinin desteğini alan bir direniş blokunun oluşması, seçim kaybedilse bile çok önemli bir durumdur. Bu bloku oluşturan toplum kesimleri, eğitimli, çalışan, kültür üreten, katma değer yaratan, vergi veren, ağırlıklı olarak kentli, genel olarak emekçi karakterli ve bu anlamda ülkeyi -deyim uygunsa- sırtında taşıyan bir nüfustur. 3- Yukarıda sözü edilen bu toplumsal kesimlerle sürekli olarak çatışan hiçbir siyasal güç, tam anlamıyla iktidar olamaz. Bu nedenle ortaya çıkan bu potansiyelin siyasal ve sosyolojik değeri bilince çıkarılmalıdır. Çünkü, mevcut siyasal mimari içinde hiçbir fren ve dengeleyici bir işlev görecek hiçbir kurum kalmadığı için iktidarı sınırlayacak yegane güç de budur. Dahası, bu demokratik blok geleceğe aktarılacak yegâne potansiyel ve umuttur. Bunun harcanmasının maliyeti seçimlerin kaybedilmesinden daha ağır olacaktır. 4- Seçimi, AKP ve gerici blokun gerçekte kazanamadığını, ama bir anlamda halkın iradesine “el konulduğunu” söyleyebiliriz. Öyle ki, 1 milyon 750 bine kadar çıktığı belirtilen mülteci oyları, sonucu tayin etti. Ayrıca, ikinci turda sandığa gitmeyen 2 milyon 500 bin seçmeni de unutmamak gerekiyor. Muhalefetin, ikinci turda seçmeni sandığa taşıyamaması da sözünü ettiğimiz hayal kırıklığı ile yakından ilişkilidir. Eğer seçimler, adil bir ortamda ve dürüst bir siyasal rekabet içinde yapılmış olsaydı, sonucun farklı olacağından hiç kuşku yoktu. 5- Seçimde Millet İttifakı’nın aşan demokratik bir blok oluştu. Yaşam içinde ve dönemin ruhuna uygun şekilde ortaya çıkan bu oluşumun değeri büyüktür. Yüzde 48 oy, daha çok, Cumhuriyet tarihinin en gerici ve karşı devrimci ittifakına karşı kullanılmıştır. Kuşkusuz bu kesimi sandıkta temsil eden Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Başarı da başarısızlık da öncelikle ona yazılacaktı. Öyle de oldu. Ancak, bilinmeli ki, politik yaklaşım ve muhalefet stratejisi aynı kaldığı sürece başka bir aday da çıkarılsaydı, sonuç aşağı yukarı benzer olacaktı. 6- Metodolojik olarak, seçimde CHP’nin izlediği siyaset ve aldığı oy ile yukarıda sözünü ettiğim demokratik blokun aldığı sonucu bir birinden ayrıştırarak tartışmak doğru olacaktır. Bu bağlamda yapılacak ilk saptama şudur; seçimde başarısız olan CHP ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Listelerinde Deva, Gelecek ve Saadet Partili adaylara yer verdiği halde yüzde 25 oy alan CHP’nin –bütün olumsuzluklara karşın- kaybettiği açıktır. Dolayısıyla, yüzde 48 ve yüzde 25 oy bir birinden ayrı ele alınmalı, CHP ayrıca tartışılmalıdır. 7- CHP’nin sağa açılarak, yani kendi tarihsel, ideolojik ve felsefi zemininden uzaklaşarak büyüyeceği, dahası seçim alacağı tezi dramatik olarak iflas etmiştir. Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal döneminde yeterince sağa kayan partiyi, kimliğinden daha da uzaklaştırmıştır. CHP, bu dönemde hiç olmadığı kadar sağa savrulmuştur. Parti halkçı, sol, kamucu, anti-emperyalist ve devrimci çizgisinden uzaklaşmış, cumhuriyeti ve laikliği savunmaktan kaçınmış, kendi tarihsel kimliğine yabancılaşmıştır. 8- CHP, neredeyse cumhuriyeti kurduğu için özür dileyecek bir noktaya gelmiştir. Osmanlıcılık karşısında cumhuriyeti, devletin dinci dönüşümüne karşı laikliği savunmasız bırakmıştır. Dindar ile gericiyi ayıramamış, sürekli bir suçluluk kompleksiyle hareket etmiştir. İşte bu strateji çökmüştür. CHP’nin solunda anlamlı düzeyde sosyalist ve devrimci bir gücün olmaması da sağa savrulmanın derinleşmesine yol açmıştır. CHP’yi 1960’lı ve 70’li yıllarda sola çeken asıl olgu, güçlü bir devrimci ve sosyalist hareket varlığı ile canlı bir Marksist entelektüel ortamın bulunmasıdır. 9- CHP’de değişim kaçınılmazdır. Çünkü, seçimde asıl yenilgiye uğrayan, Millet İttifakı’nın da taşıyıcı gücü olan bu partidir. Ancak, ortada sözü edilen değişimin yönü ve ideolojik-siyasal kapsamına ilişkin bir tartışma yoktur. Değişim sadece liderlik tartışmasına sıkıştırılmış durumda. Kuşkusuz, bir değişim süreci lideri de kapsayacaktır. Çünkü, bir partinin ve hareketin, yenilgisinin de başarısının da birinci dereceden sorumlusu, onun lideri ve önder kadrosudur. Ancak, seçimden sonra başlatılan tartışma, haksızlıkları ve saygısızlığı da içine alan bir zeminde ve kişiler üzerinden yürütülüyor. Bu ucuz tutum, gerçek anlamda bir değişimin gerçekleşmesini önleyecek yanlış yaklaşımdır. 10- CHP’de, Kılıçdaroğlu’na rakip olarak gösterilen kişilerin, partiyi daha sağa çekecek bir “yenilenme” anlayışına sahip oldukları biliniyor. Öyle ki, bu zihniyet “Abdülhamit de bizim Atatürk de bizim” diyen bir yaklaşımı temsil ediyor. Oysa biri Ortaçağı ve feodal bir din tarım devletini, diğeri ise aydınlanma ve moderniteyi temsil ediyor. Bu tutum sahipleri, Cumhuriyeti tasfiye eden ve İslamcı bir rejimin kurulmasını tamamlamaya yönelen iktidarın çerçevesini çizdiği verili durumu kabul etmiş görünüyor. Bu anlayış, karşı devrim sürecinin içinde devinen bir muhalefeti benimsiyor. Dolayısıyla, mevcut CHP yönetiminin hatasını derinleştirme olasılığı güçlü olan bu adayların (örneğin Ekrem İmamoğlu’nun) temsil ettiği yaklaşım, bir değişimden çok, çözülmeyi derinleştirecektir. Sonuç olarak; CHP’de değişim, bu partinin ilkelerinde de ifadesini bulan, temsil ettiği tarihsel ve felsefi temellere basarak, çizgisini 21.yüzyıla özgü bir ilerici yaklaşımla zenginleştirerek yeniden üretmesiyle mümkündür. Diğer bir ifade ile ancak halkçı, kamucu, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, laik, anti-emperyalist ve bu bağlamda sol bir zemine basarak gerçek anlamda bir yenilenme gerçekleştirilebilir. Tartışma bu zeminde kurulmalıdır. Bu anlayışı temsil eden bir lider mutlaka çıkacaktır. Çünkü, daha sağa kayan CHP gereksizleşecek ve yok olmaya doğru sürüklenecektir.