Sandığa hapsedilmiş demokrasi

Yayın tarihi: 26 Mayıs 2023 Cuma 11:34 am - Güncelleme: 26 Mayıs 2023 Cuma 11:34 am

Ertürk Akşun

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Demokrasi sadece sandığa gidip oy vermek midir? Demokrasi denildiğinde akla sadece oy vermek mi gelmeli yoksa demokrasinin tarifinde başka şeyler de var mı?

Demokrasi tanımı gereği, bir topluluğun birlikte yaşamak için ortak mutabakat temelinde kurduğu düzenlerden bir tanesidir. İnsanlık toplu halde yaşamaya başladığı tarihten itibaren yönetim sorunu ile karşı karşıya kalmış ve en iyi olana ulaşmaya çalışmıştır. Bu süreç içerisinde monarşi, aristokrasi, oligarşi, tiranlık, demokrasi gibi farklı yönetim şekilleri ortaya çıkmıştır.

Demokrasi; Fransızca kökenli bir sözcüktür. Eski Yunanca aynı anlama gelen dēmokrateía, démocratie, “halk iktidarı” sözcüğünden türetilmiştir. Eski Yunanca dêmos “halk, ahali” ve yine Eski Yunanca krátēs “egemen, muktedir” sözcüklerinin birleşmesinden doğmuştur.

Demokrasinin en ideal yöntemi doğrudan katılımlı demokrasidir. Ama günümüzde doğrudan demokrasiden bahsedemeyiz, günümüzde mevcut olan sadece temsili demokrasidir.

Demokratik parlamenter sistemin, tekellerin ülkeleri hatta dünyayı yönettiği bir çağda uygulanması mümkün müdür? Yeni emperyalist çağla birlikte yasalar lağvedilmiş, kanunlar jet hızıyla çıkarılıyorken demokrasiden söz etmek mümkün müdür? Hızın olduğu yerde demokrasi olabilir mi? Demokrasi yavaşlık demek değil midir?

Demokrasi kavramının bu kadar sorunlu olması (son otuz yılda Batı’nın demokrasi kavramını kullanarak, gelişmemiş ülkelere demokrasi götürme yarışı) yeni küresel emperyalizmin başat ideoloji olmasından kaynaklanmaktadır. Peki bu demokrasi havariliği, insanlar için demokrasiyi mi getirmiştir, yoksa yeni sömürge sistemini mi?

Demokrasi kavramı sorunlu ve ne tarafa çekerseniz o yöne eğilip bükülecek bir kavram. Platon belki de bunu çok önceden görmüştü ve şöyle demişti:

 

“Cahil bir toplumun demokrasiyle yönetilmesi kadar büyük bir felaket yoktur.”

 

Bu konuda geçmiş yıllarda Aysun Kayacı’nın bir TV programında, “Benim oyum ile bir çobanın oyu aynı olamaz!” söyleminden sonra linç edilmesi ve sonrasında birçok kişinin Aysun Kayacı’ya hak vermesi de bizim ülkemizin bir çelişkisidir. Platon’un antikçağda söylediği gibi, acaba demokrasi için, oy kullanma ehliyetinin de çıkarılması gerekir mi?

Birçok ülkede halkların artık sandığa bile gitmeye tenezzül etmediği bir sistemden bahsediyoruz.

Daha on sekizinci yüzyılda Fransızların büyük düşünürü Rousseau demokrasi ile oligarşi arasında pek kısa bir yol olduğu konusunda uyarmıştı; güçlü bir denetim mekanizmasından yoksun bırakıldığında, genel çıkarı koruması öngörülen temsili demokrasinin yalnızca kişisel çıkar üzerine kurulu en yoz baskı rejimine dönüşeceğine dikkat çekiyor ve bir toplumda büyük zenginliklerin bu cehenneme giden yolu inşa edeceğini söylüyordu:

 

“Zenginler hem yasaları (yalnızca kendi çıkarlarını kollayacak şekilde) yapar hem de (yeri geldiğinde) bu yasalardan kaçarlar.”

 

Marx, kapitalist düzen altında seçimleri halkın “kendisini ezen sınıfın hangi temsilcilerinin ayaklar altına alacağını” kararlaştırdığı mekanizma olarak gördüğünü yazdı.

Temsili demokrasi “temsilcileri aracılığıyla halk yönetimi” demek olsa da, Marx bize bu temsilcilerin halkın çıkarını gözetmediklerini, tersine ezen sınıfın temsilcileri olduğunu söylemektedir.

Kısaca demokraside olması gerekenlere bir göz atalım.

 

Demokrasi Azınlık Halkların da En Az Çoğunluk Kadar Güvence Altına Alınmasıdır

 

Azınlıkların ve farklı düşünenlerin en az yönetici durumundaki sınıfın, ırkın, çoğunluğun olduğu kadar güvence altında olması gerekir. Bunun olmadığı durumlarda demokrasi despotizme gebedir.

 

Demokrasi Hız Değil Yavaşlıktır

 

“Kuşkusuz sadece dar anlamda yürütmenin yavaşlamasını da kastetmiyorum; yasama organının da ‘fast-food’ türü hızla yasa servisi yapan mekanize mutfağa dönüştürülmesi de demokrasiden uzaklaşmaktır, hızlı yasa çıkartan bir yasama organıyla övünen ülkede demokrasi düşüncesinin bayağılaştığını tespit ediyoruz…” (Yalçın Küçük)

 

Demokrasilerde hız (hızlı yasa çıkarmak, denetimleri azaltmak, kararların hızlı alınması gibi) faşizme giden yolu kolaylaştırır. Yavaşlık ise demokrasi kavramına daha uygun bir hareket tarzıdır (kontrol edeni de kontrol eden).

Yargı, yürütme ve yasama birbirinden ne kadar uzaklaşıyorsa, orada demokrasiden zımni olarak bahsedebiliriz, bunu ayrı yönlere hareket eden vektörlere benzetebiliriz. Bu vektörler birbirinin tam aksi yönde ve aynı büyüklükte ayrılıyorsa orada daha fazla demokrasiden bahsetmek olanaklı hale geliyor. Sadece birbirinden ayrılması değil, ayrılan vektörleri de kontrol eden kurumların bulunması gerekiyor.

Bu konuda Montesquieu, dejenere sözcüğünü kullanır ve “Yasalar sürati engeller, önleyemezlerse despotizm kaçınılmazdır…” der. “Despotizm, işlerin en hızlı yürüdüğü devlet türüdür. Eğer işlerin hızlı yürütülmesi düşünülüyorsa, despotizm kaçınılmazdır. Demek ki demokrasinin bir kolu olan despotizm, bir düzleme, kurumları lağvetme durumudur.”

Demokrasi kavramında güçlünün güçsüz karşısında devlet tarafından korunması vardır.

Demokrasi kavramında yasalar sadece güçlü olanların değil, güçsüzlere de eşit olarak uygulanır.

Demokrasilerde çalışanların grev yapma özgürlüğü vardır.

Demokrasilerde ister birey, ister grup olarak herkesin kendi düşüncesini ifade etme özgürlüğü vardır.

Demokrasilerde insanların düşüncelerini sokaklarda, meydanlarda, alanlarda ifade etme hakkı vardır.

Demek ki demokrasiyi sadece sandığa indirgerseniz, sandıktan çıkan faşizme de, tek adama da saygı duymak zorunda kalırsınız. Hitler’in de seçimle geldiğini, Mussolini’nin de seçimle geldiğini unutmamak gerekmektedir.

İki partili seçim sistemi doğursa doğursa ancak faşizmi doğurur. Bunu da unutmamak gerekmektedir. Eğer 50+1’i zımni olarak dahi kabul eder görünürseniz, bunu ileride açıklamakta oldukça zorlanırsınız.

Demokrasiyi sadece sandığa hapsederseniz, sokağın gücünü, eylem hakkını yok sayarsanız, yarın her şeye hazır olmanız gerekmektedir.

Özellikle Gezi eylemlerinden sonra muhalif partilerin bile sürekli olarak “Aman sokağa çıkmayın!” söylemi bugünlere kadar gelmiştir. O günden bugüne sokaklar tamamen boşaltılmıştır. Burada özellikle bir parti olarak CHP’nin katkısı büyüktür. CHP’nin kadrolarını tamamen liberallere bırakmasının bir sonucudur bu durum. Bu seçimle de iyice perçinlenmiştir bu liberal savruluş.

Sol Parti kurucularından Bülent Forta’nın bu haftaki söyleşisinde de belirttiği gibi:

 

“Sistemle ilgili de söylenmesi gereken birkaç şey var. Birincisi katılım oranlarının seksenlere, doksanlara yükselmesi demokrasi diye sunulmaya çalışılıyor. Esasen bu durum AKP iktidarının sokak muhalefetini yasaklayan, sivil toplum örgütlerini baskı altında tutan ve geniş kitlelerin kendini ifade edebileceği tek şeyin seçimler olduğu bir antidemokratik durumdan başka bir şey değil.”

 

Biz solcuları bekleyen asıl görev seçimler sonunda ortaya çıkacaktır. Önümüzdeki günler sol için oldukça verimli bir siyasal atmosfer oluşturmuştur. Solun bunu en iyi şekilde değerlendirmesi, demokrasinin olmazsa olmaz koşulunun da sokaklardan geçtiğini hatırlaması gerekmektedir.