Kimlik siyaseti ve STK’lar

Yayın tarihi: 20 Şubat 2024 Salı 3:29 pm - Güncelleme: 20 Şubat 2024 Salı 3:30 pm

Ertürk Akşun

Yazının daha önceki bölümlerinde bahsettiğim gibi sivil toplum düşüncesinin temel özelliklerinden birisi de kimlik siyasetidir. Elbette daha önce söylediklerimizde olduğu gibi bu kimlik siyaseti de, neoliberaller tarafından bilinçli olarak ortaya atılmıştır ve siyaseti değiştirmekte önemli bir yer tutmuştur. Hatırlamakta fayda var, 1970’lerin ortasından itibaren ortaya çıkan neoliberalizm, 1950’lerden 1970’lere kadar süren (kapitalistler için Altın Yıllar diye tabir edilir) çok kutuplu dünyada, üretime öncelik veren, sosyal hakların (Sovyet tehdidi ve komünizm korkusu) verildiği, görece emekçilerin refah düzeyinin arttığı, insanların kısmi de olsa geleceğe güvenle baktığı yıllardı. Ayrıca üçüncü dünya ülkeleri için uyanış yıllarıydı. Afrika’nın birçok ülkesinde ulusalcı veya kısmi sosyalist devrimlerin yapıldığı, Üçüncü Yol veya Bağlantısızlar diye kavramların ortaya çıktığı, Mısır, Libya, Suriye, Irak gibi ülkelerde bir nevi Yeşil Sosyalizm’in hâkimiyet kurduğu yıllardı. Ulusallaşma ve ulus devlet fikri, yeni emperyalizm diye tanımlayabileceğimiz neoliberalizm için en büyük engel ve tehlikeydi. Bu nedenle neoliberalizm ilk hedefi ulus devletleri ortadan kaldıracak politikalar üretmek olmuştur. Özgürlükler, demokrasi (her taşın altından illa ki demokrasi çıkıyor) ve küresel dünya masalıyla insanları uyuttular. Ulus devlet fikrini ancak etnisite ve kimlik siyasetiyle hayata geçirebileceklerini biliyorlardı. İşte bu noktada sivil toplum örgütleri işin içine girmiş oluyorlar.

 

Sivil toplumculuk sınıf olgusunu ortadan kaldırmak ve yerine çoklu kimlik ve çoklu mücadele alanı yaratmak için uydurulmuştur. O yüzden kimlik siyasetine vurgu yaparak sınıf mücadelesini etkisiz kılar.

 

Hatırlarsanız 1980 darbesinden sonra sol siyasetin parçalandığı, savrulduğu, dağıldığı yıllarda, bir örgütlülük ya da bir araya gelme olarak düşünülebilecek köy dernekleri oluşmaya başlamıştı. Bunu şu şekilde değerlendirmek sanırım yanlış olmayacaktır; köylücülük, darbenin dayattığı baskı ortamında bir yandan siyasetten kaçış ama aynı zamanda bir arada durarak siyaset yapıyormuş gibi gözükmek ama gerçekte siyasetin dışında olmak anlamına geliyordu. Elbette sosyalist olarak yola çıkan ama sonradan kimlik siyasetine evrilen Kürt hareketini de unutmamak gerekiyor. Özellikle reel sosyalizmin çöküşü, hem dünyada hem de ülkemizde kimlik siyaseti yapılmasının önünü açmıştır. Bunların hepsi sistematik olarak karşımıza çıktı. Bunu erken fark edenlerin başında Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış kitabını yazıyordu.

Hatırlarsanız, 1980 öncesi sivil katliam denemelerinin hepsi mezhep ayrılıkları üzerine planlanmıştı. Alevi-Sünni çatışması yaratılmak istenmişti ve bunu örgütleyenlerin CIA olduğu artık resmi olarak da bilinmektedir. 1980 sonrasında ise Sünni kesimde cemaatçilik, Alevi kesimde ise dini vurgular öne taşınmıştı. Cem evleri vs. Amaç sınıf siyasetinden, kimlik ve mezhep siyasetine geçmek. Afrika Kıtası’nın ulusal bağımsızlıklarını kazanmış devletleri de yine aynı şekilde, mezhep, kabile ve aşiret çatışmalarıyla etkisiz hale getirildi ve hâlâ büyük kıyımlar bu politikalar sebebiyle devam ediyor.

 

“Sivil toplumculuk, çoklu kimliğe yaslandığı oranda etkisiz, gevşek örgütlenmelere yol açar. Burada esas olan değiştirmek değil de yansıtmak olduğu için, yeni sosyal hareketlerin üyeleri kaybetme riski almadan bir gruba katılmış olurlar, çalışmalar part-time ve zorlayıcı değildir.”

 

Neoliberalizm temelde sınıf siyasetine karşıdır. İlk olarak ulus devlete saldırmışsa da, bununla paralel giden diğer saldırı ise sendikalara ve işçi örgütlerine olmuştur. Amaç sistemi zorlayacak sınıf savaşını ortadan kaldırmaktır. İnsanın doğasında var olan haksızlıklara karşı çıkmak ve bunun için örgütlenmek inadını, isyanını sönümlendiremeyecekleri için bu öfkeyi kontrol edebilecekleri başka yollar aradılar. İşte sivil toplum örgütleri bu ihtiyacı tam da istenildiği gibi karşıladı. İstediğin bir STK’ya girip çalışabilirsin. Hem muhalifsin hem de direkt düzene yönelik bir eleştirin olmadığı için bu mücadele şeklinin riski de yok. Hem sisteme zarar vermeyecek hem de sanki sisteme karşıymış hissi yaratılacaktı. Bu nedenle sivil toplum fikri özellikle sol içinde kendisine yer buldu.

 

“Endüstri-ötesi toplumda sosyal aktörlerin temel probleminin mevcut sistemin sorgulanması, bu sistemden zarar görenlerin ona karşı mücadele etmesi değil, mevcut sistemin parçası olan sonsuz sayıda altkümenin kendilerini yaşaması, kendi kimliklerini daha geniş bir alanda yeniden üretmeleri olduğu artık daha büyük bir cesaretle vurgulanmaktadır.” (Sivil Toplum, Metin Çulhaoğlu, İlker Maga, Kemal Okuyan)

 

1980 sonrası edebiyatında gördüğümüz gibi (ağıt edebiyatı diyebiliriz buna) içe çekilme, yenilgiye duyulan ağıt, bireyselleşme olarak kendisini ifade etmişti. Ortada siyasi bir istek olmadan eski günlere ağıt şeklinde kendini ifade eden edebiyat, sonrasında, postmodernizmin de etkisiyle tamamen siyaset sahnesinin dışına çıkmıştı. Düşüncenin atomize edilmesini özellikle edebiyat alanından başlayarak yapmaları da manidardır. Sosyal hareketleri atomize etmek için önce düşüncenin değiştirilmesi ve bunun yolunun da sanattan geçtiğini fark etmişti neoliberaller.

 

“Ve en önemlisi yeni sosyal hareketler, kapsayıcı değildir. Bir yaşam biçimi olduğu için ve toplumda sayısız yaşam biçimi algıladığı için, sürekli olarak bir kimlik çatışması sergilenir ve birey her yeni durumda bizler-onlar ayrımı üzerinden parçalı bir toplumsal varlık haline gelir. Bu nedenle sivil toplumculuk insanları kapitalizm karşısında daha da güçsüzleştirir ve çaresiz kılar. Atomize hale gelen örgütlenmeler, kendilerini dışa vurmak konusunda cüretkâr, ancak alanları dışına çıkmayacak kadar âcizdirler. Toplumsal sorunların kaynağındaki çelişkilerden uzak durmak, sorunlar arasındaki bağlantı noktalarından özenle kaçınmak ve bu nedenle siyaseti terk etmek, yeni sosyal hareketlerin marifetiymiş gibi kutsadıkları özelliklerdir.” (Sivil Toplum, Metin Çulhaoğlu, İlker Maga, Kemal Okuyan)

 

“İnsan hakları fikri bugün ‘iyi politika’ kavramını yok etmek ve onun yerini almak için kullanılıyor.” (Samir Amin)

 

Örneğin kendisi sosyalist olarak tarif eden bir parti, kuruluş temelini, kimlik siyasetinde buluyor ve en önemli eylemi bir halk hareketi olan Gezi Eylemleri’yle tarif ediyorsa burada büyük bir sorun vardır. Kendilerinin de farkında olmadığı, sivil toplumcuların yıllarca örgütlediği düşüncelere evet demiş oluyorlar. Bu “Gezi Eylemleri” gibi bir durumu kötülemek değil, politik duruşunu sadece buna yaslamanın çaresizliğidir. 15-16 Haziran kalkışmasını kim kötüleyebilir, “Cumhuriyet Mitingleri”ni kim göz ardı edebilir ama sorun burada değil, bunu politikanın temeline koymaktır.

Sivil toplumcu düşüncenin ortaya çıkardığı başka bir kavrama da kısaca bakmakta fayda var; çokkültürlülük.

Çokkültürlülük teorisi yozlaşmaya mahkûmdur. Çokkültürlülük eninde sonunda cemaatlerin de içinde bulunduğu bir duruma evrilmek zorundadır.

Dünya 1850’lerde başlayan büyük göç dalgasını şimdi başka bir anlamda tekrar yaşıyor. Ezilen, sömürülen ve içsavaşlara sürüklenen üçüncü dünya ülkesi halkları batıya doğru amansız bir göç dalgası yaratıyor. Sömürünün ve emperyalizmin bir sonucu olan bu göç dalgası, birçok insanın başaramadan ölmesi, başaranların gittikleri ülkelerde yeni cemaatler oluşturması (kendilerini güvende hissetmek için) Batılı ülkeleri milliyetçileştirirken, göç eden halkları da cemaatlerin kucağına itmiş oluyor.

 

Sivil toplumcu kuruluşlar neden hep birileri tarafından fonlanır. Bu neden genellikle büyük sermaye olur?

 

Asıl sorulması gereken sorulardan bir tanesi de budur. Bu sivil toplum kuruluşlarına fon büyük şirketlerden geliyor ve bu sivil toplum kuruluşları devletin yapması gerekenleri yaptığına göre, soru geliyor; bu büyük şirketler neden devlete vergi vermek yerine kendilerini bu tür vakıflar aracılığı ile ifade etme gereği duyuyorlar. STK’lar aracılığıyla yardım kampanyalarına katılıyorlar? Garip gelmiyor mu? Bir bit yeniği yok mu?

Yine önemli ayrıntılardan bir tanesi de şudur: Neden büyük şirketler, tekeller, uluslararası sermaye grupları sivil toplum düşüncesini önemsemekte ve desteklemektedir? Kapitalist düşünce insanın yararını gözetmeyeceğine göre burada bir gariplik yok mu?

Birkaç alıntı yaparak konuyu biraz daha açmaya çalışalım.

 

“Bugün sivil toplumculuğa ‘sermayeye paçayı kaptırdılar’ eleştirisi yapmak yetmemektedir… Burada daha fazla önemseyeceğim şey, sivil toplumculuğun sermaye egemenliği tarafından alenen pazarlanması ve topluma dayatılmasıdır.” (Sivil Toplum, Metin Çulhaoğlu, İlker Maga, Kemal Okuyan)

 

“Ortada her yerinden düzene bağlanmış, etkisiz, kitlesel gücü olmayan, kalabalıklarla ancak sermaye sınıfının onayı sayesinde buluşan bir örgütsüz devinim vardır. Bu devinimin sermaye iktidarını tehdit etmesi, veya denetlemesi gibi bir durum söz konusu değildir.” (Sivil Toplum, Metin Çulhaoğlu, İlker Maga, Kemal Okuyan)

 

“Ödül, burs ya da benzer Batı kaynaklı etiket almaya aday Doğu Avrupalı bir yazarın önce kendisini ‘sivil toplumcu’ göstermesi zorunluydu.” (Samir Amin, Liberal Virüs)

 

İdeolojilerin sonu demek bu noktada çok önemli ve bilinçli bir seçimdir.

“İktidarı değil, yaşamın kendisini isteyin” ana sloganlarıdır ve burada anlatmak istediğimiz konuyu netlikle ifade etmektedir.

 

“Sivil toplumcular ne kadar ciddi işlere bulaşırsa, sermaye bağlantıları da o kadar güçlü hale geliyor. Bir bölümü doğrudan emperyalist devletlerin dış politika enstrümanı olarak hizmet veriyor, bir bölümü devletin altına girmesi gereken yükümlülükleri gönüllü kuruluşlara devrederek devlet babayı iyice kadükleştiriyorlar.” (Sivil Toplum, Metin Çulhaoğlu, İlker Maga, Kemal Okuyan)

 

Halk hareketleri ile mücadele alanları birbirine karıştırılınca işler de karışmaya başlar. Halk hareketlerinin temelinde aniden bir araya gelme ve sonrasında sönümlenme vardır. Bir gaz boşalması etkisi yaratır. Toplumun birikmiş kini alev alır ama sonrasında bu alev sönmeye mahkûmdur. Tüm politik sürecini kendiliğinden halk hareketlerine bağlayan ya da sosyal medya üzerinden politika yaptığını düşünmek tam da neoliberal yani sivil toplumcu kesimin istediği eylem tipidir.

 

“Zira ‘gerçekten liberal’, küreselleşmiş bir dünya hiçbir zaman mümkün olmayacak. Buna rağmen, her türlü araca başvurularak, insanları öyle bir şeyin varlığına inandırmak istiyorlar ve bu konuda oldukça ısrarlılar… Açıkça mücadele konusundaki ABD söylemleri bir çeşit propaganda bakanlığı gibi işlev görüyor… Bu söylemi dayatırken, hiçbir şekilde ekonomik bir tartışmanın içine girmiyorlar.” (Samir Amin)

 

 

Sonuç

 

Sivil toplum örgütleri bir katalizör görevi üstleniyorlar. Sistem kodları içerisinde sistemi eleştirmek de diyebiliriz buna. Sistemin zarar görmeyeceğini bilmek ama sisteme muhalefet ediyormuş algısını yaratmak. İdeolojilerin bittiğini savunan neoliberaller, aslında en büyük ideolojik söylemi dayatıyorlar. Şöyle düşünün ki patron örgütleri bile bir sivil toplum örgütü olarak düşünülüyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun sivil toplum düşüncesini sahiplenen çevrelerin en belirgin özelliklerinden biri de, siyasal iktidar örgütlenmelerine uzak durmaları, hatta ve hatta bunu oldukça yanlış bulmalarıdır. Ama şu unutulmamalıdır ki siyaset her şeydir ve siyaset dışında durmak da bir siyasettir. Siyaset dışında durarak siyaset yapmaya çalıştığınızda, egemen ideolojinin bir parçası olmanız da kaçınılmazdır.

Türkiye sosyalist hareketi, bugün derin bir entelektüel, ideolojik, siyasal ve örgütsel krizin içinden geçiyor. Bu krizin aşılması sadece ülkenin değil, bölgenin ve gezegenin geleceği açısından da tarihsel bir anlam taşıyor. Çünkü Türkiye, küresel ölçekte şiddetli bir hegemonya mücadelesinin yaşandığı, uluslar-ötesi kapitalizmin bütün çelişkilerinin yoğunlaşarak açık çatışmaya dönüştüğü bir coğrafyanın tam ortasındadır.

Sosyalist sol, güçsüzlüğünün de etkisiyle Kürt hareketinin gölgesinde kendi renklerini ve kimliğini kaybetmektedir. Sadece ulusal kimlik, dar kültürel haklar ve genel olarak etnisite üzerinden yürütülen politik söylem, siyasal ve fiziki sınırlarına dayanmıştır. Aynı söylem ve eylem hattı üzerinde yürümenin başarısızlıkla sonuçlanacağı artık anlaşılmıştır.

Sosyalist sol kendini kimlik siyasetinden, liberal soldan arındırmadığı hatta çok ciddi entelektüel ve ideolojik mücadele vermeden, mücadele alanlarını ve ideolojik hegemonyasını kurmadığı sürece, sosyalist solun gelişmesi, yeniden ayağa kalkması mümkün değildir.

Sosyalizm yok oldu, peki dünya daha eşit, daha paylaşımcı mı oldu? Aslında basit bir soru, son kırk yılda insanlar daha mı özgürleşti, daha mı eşitler, daha iyi devletlerde mi yaşıyorlar, daha mı az savaş var? İşte bu soru bize neoliberalizmin ya da diğer bir tarifle “Yeni Emperyalizm”in kodlarını açıklamakta fayda sağlıyor. Elbette bunun bir ayağı olan STK’ların hiç de masum olmadığını kanıtlamış oluyor.

Üçüncü dünya ülkeleri ise bu sayede Batı tipi demokrasilere benzeyeceklerini düşündüler ama bu arada Batı da ortaçağa sürüklenmekte idi.

Bir başka ayağı ise, sivil toplumculuk sıkışan ve ezilen sola çok kolaylık sağladı. Daha az risk ve kendi kendini tatmin olanağı sağlayıp, mücadele alanlarından uzaklaşmasını sağladı.

Tekrar edecek olursak:

 

  1. Sivil toplumculuğa göre yeni tipte sosyal hareketler belli bir ekonomik grubun devleti fethetmeye dönük otoriter yaklaşımlarından farklıdır. Onlar bir sınıfın değil, kolektif varoluş biçimlerinin karmaşıklığını ifade ederler.
  2. Sivil toplumculuk merkeze sosyal hareketin kendisini koymaktadır. Yani bu hareketi yaratan mülkiyet ilişkileri, sınıfsal tahakkümün değişik toplumsal düzlemlerde kendisini yeniden üretişi, ezilen sınıfların verili sisteme karşı tepki ve karşı koyuşu… Bunlar görmezden gelinmek durumundadır.
  3. Niyetlerden bağımsız olarak, yeni sosyal hareketler bir kez ana eksen bulanıklaştırıldıktan sonra sistemle mücadeleyi geriye çekerek kendilerini o sistem içerisinde kurumsallaştırmaya yönelmiş sivil toplumculuk kapitalist yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Bu aşamadan sonra sürecin sermaye sınıfının himayesinde, toplumun atomize edilmesi doğrultusunda işlenmesi hiç şaşırtıcı değildir. Sürecin örgütlü toplum sloganına dayanması ve bazı solcuların bu slogandan etkilenmesi, bütün kapitalist ülkelerde tipik bir durumdur.
  4. Devleti kuşattığı veya gerilettiğini sanan veya bu rolü oynayan sivil toplumcular, sermaye sınıfı ile emekçi sınıflar arasına girerek, zaten sıkıştırılan ezilenlerin hareket alanını iyice kısıtlamışlardır. Bu hizmetin karşılığı yalnızca “övgü” değil, emperyalist kaynaklardan aktarılan fonlardır.
  5. Herhangi bir sınıfsal yapısı yoktur. Her kesimden, her kimlikten, her seviyeden olunabilir. İşçi de, emekli de, patron da, taşeron da… Peki hem işçi yani sömürülen, hem patron, yani sömüren bir arada ve aynı çıkarlarda nasıl bir arada olurlar?
  6. Sivil toplumculuk herhangi bir baskı unsuru oluşturamamaktadır. Bu da siyasetin dışına itilmekle eşdeğerdir.
  7. Gönüllülük esasına dayandığı için, kolay girilip kolay çıkılır. Bir aidiyet duygusu yaratmamaktadır.
  8. Aynı amacı gütseler de, herhangi bir eylem anında parçalanıp bölünmeleri kolay olur. Kolay bir araya gelip, kolay dağılırlar.

 

Sonuç olarak son kırk yıla damgasını vuran neoliberalizm veya “Yeni Emperyalist Çağ” dünya tarihinin en ideolojik dönemidir. İdeolojisin en önemli ayaklarından bir tanesi de STK’lardır. Elbette tartışılacak birçok yönü vardır ama şu an bizim yapabileceğimiz en iyi şey, bu kanserli hücreyi, iyi tarafıyla kötü tarafıyla düşünmeden kesip atmaktır. Sol ve sosyalistler için liberalizmden kopuş bugün ana siyaset ekseni olmak zorundadır. Bu kanserli hücrelerden kurtulduktan sonra, tartışmalarımıza devam edebiliriz.

Kaynak: TELE1