Savaşın ve şiddetin kutsandığı, öldürmenin “etkisiz hale getirme” denerek sıradanlaştırıldığı, kutuplaştırmanın olağanlaştırıldığı bir coğrafyada yaşamak gerçekten çok zor…
Son 9 yıldır iktidarın bütün öngörüleri yanlış çıksa da, iktidar bizi savaşla yatırıp, savaşla kaldırmaya devam ediyor…
İktidarın bütün öngörüleri çökmüş olsa da yanlışta ısrarları devam ediyor: İktidar, üzerinde hiçbir hak iddia edemeyeceğimiz Suriye toprağı olan İdlib ve bizimle hiçbir ilgisi kalmamış Libya için ahkam kesmeye devam ederken, Erdoğan, “Libya’da birkaç tane şehidimiz var, şehitler tepesi boş kalmayacak” diyebiliyor!
Uygarlıkların şekillendiği, farklı etnik ve dini kimliklerin “en bol” olduğu coğrafyada, kutuplaştırıcı ve otoriter politikalar “zenginliği” öldürdüğü gibi, akla gelebilecek her alanda yani sanatta, kültürde, felsefede, siyasette, üretim ilişkilerinde bizi fakirleştiren, yoksullaştıran ve son 25 yılda tam 12 milyonun ölümüne neden olan bir coğrafyaya dönüştürmüş durumda…
Biraz abartarak söylersek, Endonezya’dan Pakistan’a, Irak’tan Fas’a uzanan ve yaklaşık 57 İslam ülkesinde en ileri pozisyonda olan Türkiye’de bu sürecin doğrudan bir parçası oldu.
Kendine benzemeyeni düşman ilan eden, cihadı baş tacı yapan siyasal İslamcı anlayıştan dolayı ilerlemek bir yana sürekli geriliyoruz!
Hal böyle olunca barış lafı etmek, farklı etnik ve dini kimliklerin eşit koşullarda yan yana yaşamasını savunmak neredeyse “ihanetle” eş değer gibi sunuluyor...
Nitekim gerileme öyle bir yere vardı ki, “Türkiye’nin İdlib’de de, Libya’da da işi yok, Türkiye kendi sınırlarına çekilsin ve şehitler tepesi bırakın boş kalsın” demek cesaret istiyor!
Oysa tam da bunu söyleme, cesareti bulaşıcı hale getirme zamanı!
*
İskenderiye’den Beyrut’a, Bağdat’tan Şam’a, İzmir’den, İstanbul’a Selanik’ten Saraybosna’ya kadar uzanan coğrafyayı “Levant” yani Doğu Akdeniz olarak tarif eden Amin Maalouf , “Uygarlıkların Batışı” adlı son kitabında “buraların emanetçileri devraldıkları mirasa layık olmadılar” diyor ve bugün bölgede birbirini yok eden anlayışı anlatıyor!
“Eğer farklı ulusların ve tektanrıcı dinlerin mensupları dünyanın bu bölgesinde birlikte yaşamaya devam etselerdi ve yazgılarını uzlaştırmayı başarsalardı, tüm insanlığın ahenk içinde yaşayacağı anlamlı bir model ortaya çıkacaktı” diyen Maalouf “ama olmadı” diyor; “Levant ideali” çöktü, çünkü kör bir şiddet, enik ve dini temizlikler, katliamlar bölgeye hakim oldu!
Hal böyle olunca “Doğu Akdeniz’de ışıklar söndü, sonra bu karanlık gezegene dağıldı...”
Oysa dünya en parlak teknolojilere tanıklık ederken, bilgi edinme insanların parmakları ucundayken, insan ömrü uzamışken, refahı paylaşma ve dayanışma mümkün ama tam tersini yapıyoruz!
Ve çağımızın yaşadığı muazzam teknolojik ilerlemenin büyüsü ardına saklanmış iklim felaketleri, etnik düşmanlıklar, kaybolmuş özgürlük hayali ve pusulasını yitirmiş insanlık ise orta yerde duruyor!
Uygarlığın ilk şekillendiği coğrafyadan yeniden bir “Doğu Akdeniz İdeali” yaratmak, Sabahatin Ali, Nazım Hikmet, Yaşar Kemallerle, Ümmü Gülsüm, Leyla Murat, Taha Hüseyinlerle buluşmak kutuplaşma ve şeytanlaştırma üzerinde şekillenen tek kültürlüğü aşmaktan, sürekli “sapkın” ve “kafir” aramaktan ve en önemlisi de “kör bir dini bağımlılık” duygusunu terk etmekten geçer…
Maalouf, Irak Komünist Partisi’nin liderinin Hristiyan, Suriye Komünist Partisi’nin liderinin Kürt olması bir rastlantı değildi. Bir çok ülkede Yahudilerin, bizim coğrafyada Arapların kitlesel olarak Komünist Parti bayrağı altında toplanmaları da rastlantı değildi, çünkü Araplarla Yahudileri, Hristiyanlarla Süryanileri kimliklerine ihanet etme duygusu yaşamadan, eşitlik duygusu içinde buluştukları yer orasıydı” diyor…
Daha ne desin?