Dün Ankara’daydım. Koton’un Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı için düzenlediği etkinliklerden birinin ayağıydı. Bilgisine, derinliğine hayran olduğum ama hepsinden çok yüreğini sevdiğim tarihçi, rehber Saffet Emre Tonguç’un harika anlatımıyla birinci ve ikinci meclisleri dolaştık. Anıtkabir’e gidip saygı duruşunda bulunduk. Kalplerimiz kabardı, gözlerimiz yaşardı. Öyle kolay kurulmadı Türkiye Cumhuriyeti.
Ülkelerin bir fon müziği olsaydı, Ortadoğu için bombalar senfonisi çalardı. Türkiye? Türkiye yüreğimizde hep bir memleket türküsü…
Sabah 02.00 gibi eve geldiğimde gördüm bombalanan hastanenin bahçesinde, kırılmış oyuncaklar gibi ortaya saçılmış bebek, çocuk, kadın cesetleri arasında yapılan basın açıklamasını. Evet, bütün bu kelimeler aynı cümle içinde geçiyor. Bebek, çocuk, oyuncak, hastane, bomba, ceset…
***
Kaç kez söyledim, kaç kez tekrar ettim, kaç kez yazdım?...
“Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim” diyordu Camus’nun bir kahramanı.
Öyleydi. Dünya hassas kalpler için bir cehennemden öte değildi.
Bir geceyi kızıl bir yangına boyadılar. Ben sandım ki utanır güneş, doğmaz bir daha. Çocukların kanı dondu yerde. Ben sandım ki utanır dünya, dönmez bir daha.
Uyandım. Güneş doğmuştu ve dünya dönmeye devam ediyordu. Üstelik kıyametin kopmak için hiçbir acelesi yoktu.
İhtiyar, muhtemelen prostatlı, saçı çirkin taranmış beyaz adamların salt bombalardan oluşan dünya idealleri… Cehennem sizsiniz! Kıyamet sizsiniz!
Belki çişinizi bile tutamıyorsunuz ama kan dökerek dünyayı yönetiyorsunuz. Ve siz sarıldınız birbirinize. Çirkin saçlarınızın tek bir teli bile kıpırdamadı bombalarınızdan, yarattığınız katliamdan.
Saçını sevmiyorum Netanyahu!
***
Siz ki Babil’e sürüldünüz.
Siz ki Mısır’a sürüldünüz.
Siz ki Kenaan’dan sürüldünüz.
Siz ki Mağrip’te ve İspanya’da gettolarda yaşamaya zorlandınız.
Siz ki Kara Veba’nın bile müsebbibi ilan edilip kazıklara oturtuldunuz.
Siz ki Ortaçağ Avrupa’sında cadı diye iftira attıklarıyla birlikte yakıldınız.
Siz ki Haçlı Seferleri’nin ilk hedefleri olarak kılıçtan geçirildiniz.
Siz ki tarihin neredeyse her döneminde sürgün edildiniz, kovuldunuz, öldürüldünüz.
Siz ki Nazi Almanya’sında damgalandınız.
Siz ki Holokost’ta bir milyondan fazla çocuğun, iki milyon kadının ve üç milyon erkeğin katliamını yaşadınız.
Siz ki soyunuzun kırılmasına teşebbüs edilmiş bir halksınız.
Gazze bir açıkhava hapishanesi… Filistin, bir gözyaşı vadisi…
Sizin ne farkınız kaldı?
En kötüsü kurbanın kurbanı olmaktır. Çünkü eğer çektiği acıları çektirmemeyi öğretiyorsa bilge insanın kutsal kitabı, sizin önceki cellatlarınızdan pek de bir farkınız kalmadı.
Sanıyorsunuz ki çocuk ve masumların kanı dökülen toprakta çiçekler açacak. Sanıyorsunuz ki bombalar ektiğiniz tarlalardan fidanlar fışkıracak.
Vadedilmiş bir toprak bu kadar çok kanla sulanamaz.
İsrailli yazar Etgar Keret’in “İlkoğul Belası” öyküsünde “İbrani Tanrısı için bugüne dek pek çok şey söylendi ama kimseyi kayırdığı duyulmadı” diye bir cümle geçer.
Görünen o ki İbrani Tanrısı ne kendi kavminin ölen çocuklarına acıdı ne de kavminin öldürdüğü çocuklara.
Bunca yıl yaşadığınız tüm sürgünlerin, tüm katliamların, Hamas saldırısında öldürülen sivillerin acısını yüreğimde hissettim. Ama şimdi sizin ‘soykırıcılardan’ ne farkınız kaldı?