“Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey... “* Geçen yıl yayımlanan altıncı kitabım ve ilk romanım ‘Adımı Deniz Koydular’ın önemli bir bölümü 1970’lerde Seyrantepe’de geçiyor. İki yıl süren hazırlık çalışmalarımda sık sık semti ziyaret etmiş ve ilk yerleşen ailelere ulaşmıştım. Anlattıklarını hayretle dinlemiştim. İmrenilesi bir hali yoktu semtin. Kaçak gecekondular patlamış mısırlar gibi tepelerde bir anda bitiverirken, tuvaletlerin dışarıda birer çukurdan ibaret olduğu semt çamur deryası içinde yüzüyormuş. Maharetli Özal ile toprağa yağmurdan çok beton ve asfalt yağmış ve 1980’lerden betonarme binalar her yeri sarmış. Yine 80’lerin sonunda gece kondu mahallesine bir polis lojmanı inşa edilmiş. Semt halkı o kadar yoksulmuş ki o lojmanlarda oturan polislere ‘zengin’ gözüyle bakarmış. Pandemi nedeniyle basıldığı halde dağıtılmayan romanım Temmuz 2021’de piyasaya çıkınca cinayet mahalline dönen katil gibi tekrar Seyrantepe’de bulmuştum kendimi. İnsana nefes alacak hiçbir boşluk bırakmayan ‘beton mahallede’ polis lojmanının yıkılmakta olduğunu gördüm. Yerine gösterişli bir konut projesi kondurulacağını öğrendim. Romanımda uzun uzun betimlediğim, değişimini anlattığım semt, romanımın çıkışına bile yetişemedi. İstanbul’un yarım yüzyıldan fazladır çarpık yapılaşması ayrı dert… Kent hafızasının bizden çalınması başka bir dert… İstiklal Caddesi’nde 212 yıldır faaliyet gösteren Türkiye’nin ilk pastanesi Lebon da kapandı. Aylık 185 TL kirayı ödeyemediği için… Bu kira nasıl ödensin? İstiklal Caddesi’nde son 10-15 sene içerisinde sözüm ona 200-250 yıllık ‘cillop gibi’ lokantalar, lokumcular ve benzerleri açıldı. Çoğunda fesli adamlar çalışıyor. İstanbul’un 45 yıllık bir evladıyım varlıklarından ilk kez o parlak, gösterişli, yepyeni dükkânları sayesinde haberdar oldum. *** Bu şehirde kimse kendinsen sonraki nesle ne çocukluğunda oynadığı parkı gösterebiliyor ne de limonata içtiği pastaneyi. Hatıralarımız, hafızamız bizden tek tek çalınıyor. Işığın peşine düşüp kendini yakan pervaneler gibi hatırası olan her mekânı yıkıp parlak, gösterişli, yepyeni mekânlar yapmayı marifet sanıyoruz. Oysa gerçek ışıklar tek tek sönüyor. Hatıralarımız ve hafızamızla birlikte yaşamlarımız da karartılıyor. Karartma… Derin, soğuk bir karartma… Kapanan her eski mekâna iki üç-gün ağlanıp yürüyen merdivenlere biniyoruz. Şehrin siluetini bozan korkunç gökdelenlere küfredip oradaki partilere gidiyoruz. Mimari kıyım olan projelere bir süre söyleniyoruz sonra hatırı sayılır bir halkla ilişkiler uzmanının davetiyle barışıyoruz. *** Bahanelerle konser iptal edenler, bizi hayatta tutan fişleri tek tek çekiyor. Aykırı söz söyleyen herkesi çarmıha geren düzen, ışıkları tek tek söndürüyor. Boynumuzu eğip karanlıkta oturmaya razı gelmemizi istiyorlar. Tele1’in haksız yere aldığı ceza ve ekran karartma tehditleri nasıl bir atmosferde nefes almaya çalıştığımızın göstergesi değil mi? Sadece geçmişimiz, hatıralarımız değil bugünümüz, yarınımız, ekranlarımız, sahnelerimiz, sanatımız, kültürümüz, edebiyatımız… Her şeyimiz karartılıyor. El yordamıyla yönümüzü, yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Dün sağır… Bugün kör… Yarın? Yarın ne olacağız? Duyan kulaklarla, gören gözlerle gerçekten hayatta olacak mıyız? * Oktay Akbal’ın ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ öyküsü.