Erdoğan’ın birçok özelliğinin yanında geliştirdiği iki önemli özelliği daha var: Birincisi geniş kitlelerle yoksulluğu bir hayat tarzı olarak kabullendirmek, yoksulluğu da bir kader olarak sunmak, ikincisi de, devletin olanaklarını yurttaşa bir hak olarak değil, bir lütuf olarak sunmak!

“Bu halimize de şükür” edebiyatıyla da beslenen bu yaklaşım aslında ülkemizde “sahip ve misafir” ya da “hak ve lütuf” ilişkisinin ürkütücü boyutlarını da gösteriyor. Örneğin, asgari ücret 4.253 liraya, emekli maaşları 2.500 liraya yükseltilirken Erdoğan bunu kendi inisiyatifinde bir lütufmuş gibi sunmakla kalmıyor, enflasyon rakamları karşısında çok düşük kalan maaşların “en üstekilerle” kıyaslamasının da önüne geçiyor. Emekli de, fabrikada çalışan işçi de, kamuda çalışan memur da kendi maaşıyla ilgili kıyaslamayı asgari ücretin miktarıyla yapıyor. “Öğretilmiş çaresizlik” devreye giriyor ve kafasını kaldırıp daha “yukarıya” bakarak kıyaslamayı o maaşlarla yapamıyor! Bu gerçek sendikalar için de geçerli. Azla yetinme, yoksulluğu kaçınılmaz “makus talih” olarak görme alışkanlığı o kadar doğallaşmış ki, örneğin TÜRK-İŞ kendi açıkladığı açlık ve yoksulluk rakamlarında bir asgari ücret ya da emekli maaşı bile talep edemiyor. Örneğin TÜRK-İŞ, DİSK’in “asgari ücret en az 5.200 lira olmalı” açıklamasını görmezden geldiği gibi, kendi çalışması sonucu ortaya çıkardığı ve dört kişilik bir ailenin aylık asgari geçim rakamının 13 bin 73 lira olduğunu telaffuz bile edemiyor!

DEVLET REFAH İÇİN OLMALI

Bakış açısını değiştirmeden sonuç almak, devletin asli görevinin ülkede yaşayan çoğunluğun refahını sağlaması gerektiğini tartışmak mümkün olmaz! Döne dolaşa “kriz ortamında devletin olanakları ancak bu kadar” söylemi içinde kaybolup gideriz ve yoksul olarak yaşamak doğallaşır! Oysa aynı kriz ortamında milyonerlerin sayısının yüzde 65 artarak 511 bin 685 kişiye yükseldiği, zenginlerle yoksullar arasında makasın giderek açıldığı, Erdoğan’ın etrafında oligarşik bir yapının şekillendiği, asgari ücretin “ortalama ücret” durumuna getirildiği ve ülke nüfusunun neredeyse yüzde 70’nin de açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşadığı tartışılmaz bile! Bu gerçek tartışılmazsa demokratik bir devletin asli görevinin “yoksulluğu yönetmek” değil, yurttaşın refahını sağlamak olduğu, sosyal devletin yurttaşın Temel Vatandaşlık Geliri başta olmak üzere, barınma, sağlık, eğitim, toplu taşıma, su, elektrik ve doğal gaz gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğu gerçeğini konuşamayız! O zaman tam da mevcut iktidarın istediği gibi “Özel okuldaki temizlikçi 4250 TL alırken öğretmen 4150 TL alıyormuş” diye konuşmaya, kafamızı kaldırıp yukarıya bakacağımıza, bir insan refahı için gerekli ücreti konuşacağımıza daha aşağı bakarak bizle benzer durumdaki insanlarla kendimizi kıyaslama devam ederiz! Bu sis perdesinin dağılması için sistemi tartışmaya sokmak gerekir. Pandemi koşullarının da etkisiyle, Türkiye’de olduğu gibi küresel ölçekte de yoksullarla-zenginler arasında, zenginler lehine büyüyen makas ancak kamucu bir yaklaşımla ortadan kaldırılabilir!

ELEKTRİK YENİDEN KAMULAŞTIRILMALI

Örneğin, enerji sektörüne, elektriğe, doğal gaza, benzine yapılan zamların asıl nedenlerinden biri özelleştirmelerdir. Tıpkı “kamu-özel işbirliği” diye döviz hesapları üzerinden yapılan ve milyarlarca dolar faiz verilen otoyollar, köprüler, havaalanları gibi… İktidarın yönetemediği, yoksulluğu daha da derinleştireceğinin çok açık olduğu bir dönemde CHP başta olmak üzere demokrasi ve gelir dağılımda adalet ve eşitlik isteyen bütün muhalefet partileri, enerjinin, otoyolların, köprülerin kamulaştırılmasını, özelleştirilen TÜPRAŞ, PETKİM, SEKA, TELEKOM gibi kurumların yeniden kamulaştırılmasını yüksek sesle öne çıkartamazlarsa Türkiye’de gelir dağılımında eşitliğin yanından bile geçilemez! Hiçbir şey yapılamıyorsa, “enerjide, üretiminden başlayarak, tüketimine kadar tüm süreçler kamu yararı esasına göre yeniden planlanmalıdır. Özelleştirilen santralların kamulaştırılmasının yanında, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapılmalı, elektrik dağıtım bölgelerinin de kamulaştırılarak, merkezi planlama ilkelerine geri dönülmesi gerekir” diyen Elektrik Mühendisleri Odası’na kulak verilmelidir!