Hürriyet Yaşar | Oğullarına mektuplarında Memduh Şevket Esendal

Yayın tarihi: 18 Mayıs 2021 Salı 6:30 pm - Güncelleme: 18 Mayıs 2021 Salı 6:35 pm

Hürriyet Yaşar TELE1 için yazdı…

Öykücülüğümüzün en büyük, en verimli ama en alçakgönüllü imzalarından olan “MŞE”, 1952’nin baharında masasında çalışırken uğradığı beyin kanamasından birkaç gün sonra, 16-17 mayıs gecesi aramızdan ayrıldı.

Sanatçının, sanatıyla ilgisiz bir işte çalışmasının, hele hele büyük sorumluluklar yükleyen üst düzey görevler üstlenmesinin, sanat üretimine engel oluşturacağı söylenir ya, Esendal bu görüşü boşa çıkarır.

Yetmiş yıla yaklaşan yaşamı boyunca İttihat ve Terakki Cemiyeti müfettişliğinden CHP genel sekreterliğine, büyükelçiliklere değin, üstelik en çalkantılı dönemde önemli görevler üstlenmiş, öldüğünde ise insanlığa büyük bir yazınsal birikim bırakmayı başarmıştır.

Türk öykücülüğünün en büyük adları arasında kurucu kimliğiyle yer tutan büyük ustanın, “Ben hikâyeleri evde çocuklar okusun diye yazdım,” “Halkı eğlendirmek için yazdım,” “Edebiyatı, sanatı bilmem… Alakam yok bunlarla,” “Öyle geldi, öyle yazdım” gibi yanıtlarıyla örneklenebilecek inanılmaz alçakgönüllülüğü başka bir sanatçıda görülmüş müdür? Buna bir olumluluk olarak değinmiyorum, çünkü onun yalnızca yaşamının kimi bölümlerinin değil, dergilerdeki yapıtlarının da zamanın gömüsü altında görünmezleşmesinde bu aşırı alçakgönüllülüğün de payı bulunsa gerektir.

Kaptan olacak oğlu Suat’a, öykücü olmanın anlamını 25 Kasım 1935 tarihli mektubunda şöyle dile getirir:

“Hayat istedi, birçok işlere girdim ve çalıştım, ama beni kendi kendime bıraktıkları gün ben oturup hikâye yazarım.”

Suat’ı yazmaya özendirmeye çalıştığı 23 Şubat 1935 tarihli mektubunda da şöyle yazar yazı uğraşına ilişkin:

“Bu bence bu hayatta en büyük teselli ve intikamdır. (…) Hayattan usandığım ve sıkıldığım zamanlarda ben oturup o hayat ile eğlenerek, onu –hatta bazı kendimi– rezil ederek öç almış olurum. Bunu yapamayanlar kendilerini nasıl avuturlar bilmem!”

Atatürk’ün hastalığının ağırlaştığı günlerde o, hazırlayıcılarından olduğu kurtuluşun ülkesini nasıl görmektedir? Büyükelçi olarak bulunduğu Kabil’den 27 Ekim 1938’de Ahmet’e yazdığı mektubundan:

“Eğer memleketimiz, Atatürk’ün bıraktığı izler üstünde yürüyecek olursa, örnek bir ülke ve millet olacaktır. Temiz, sosyalist bir ülke kuruluyor. Hiç gürültü de yok. Rusya bu kadar kan, telaş, terör, ölüm sonu rahatsızlık ve zoruna işler. Bizde kapitalist kaldırılıyor, bütün işler devletleştiriliyor, hiç ses yok. Geçen gece bizim radyoyu dinlerken baktım, Ankara’daki müzik mektebi ve bu radyonun kanatları altında bir sürü adam çalarak, söyleyerek ekmeklerini kazanıyorlar. İstanbul tiyatroları, plak okuyan, kahvelerde çalanları toplarsan binlerce adamlar. Demiryollarında çalışanlar, mağdenciler, dokuyucular, şeker fabrikalarında çalışanlar, askerler, memurlar, bankacılar, hekimler, yeni yetişmekte olan ekinciler, baytarlar, köylüler. İşte bugün Türkiye bunlar. Ticaret edenler de var ancak zengin olanları yok. Geçiniyor, yahut işi bırakıp öğretmenliğe, yahut gazatacılığa kaçıyorlar. Bu gidişle yarın ülkemiz baştan başa bir işçi ülkesi olur. Memleketimizin bir eyiliği de birliği bozup ayrılık çıkaracak adamların az olmasıdır.”

Mustafa Kemal de içinde bu kurtarıcı devrimcilerin, Osmanlı yıkıntısının üstüne yeni devleti kurma çabası içinde geleceğe umutla bakarlarken göremedikleri neydi ki, bu umutlar dipdiri olarak bir ülkünün henüz başlarındayken, ülke önce kurtuluş-kuruluşun büyük önderini yitirdi, ardından da her şey hemen tersine dönmeye başladı? O kurtuluş ve silkinişin yaşattığı umutlara karşın, bu nasıl olabildi? Bu soru, cumhuriyet tarihi araştırmalarının olduğu kadar, tüm devrim tarihi araştırmalarının da en önemli sorularından olsa gerektir.

Esendal’ın, çağdaş Türk öykücülüğünün en önde iki üç kurucusundan olması sonucunu getirmekle birlikte, onu bugünkü kuşaklarca okunabilir yapan özelliği, yazdıklarındaki dil tutumudur. Ahmet’e 7 Ocak 1935 tarihli mektubunda, dil konusunda şöyle diyor:

“Ben umarım ki yirmi yıl sonra, demek sen kırk yaşına girdiğin yıllarda, fen ve teknikte çok zengin bir dilimiz olmasa bile konuşmakta ve yazmakta artık yarısı Arapça, yarısı Farsça, biraz İtalyanca, biraz Fransızca konuşmaktan kurtulacağız. Buna, yazılmış kitabı, şiirleri ve yazıları olan ve bunlarla kendini büyük sayanlar kızarlar ve böyle iş olmaz derler. Ancak olur. Yalnız harpler, düşmanların yürümesi, içerde ihtilaller bu işi durdurabilir. Yoksa bu dil değişecektir. Nasıl ki birtakım kadınlar küfür ede ede çarşaflarını çıkardılar, bugün kendileri de o kıyafetlerine gülüyorlarsa, bu da öyle.”

Büyük ustanın tam dediği gibi oldu, dil devriminin yürütücüsü Türk Dil Kurumunun bağımsız dernek niteliğini işbirliki-faşist 12 Eylül darbesi ortadan kaldırdı. Ancak dil devrimi tutmuştu. Bugün yaşadığımız karşıdevrimin önündeki direnişin en başında dil devrimi geliyor.

Esendal’ın öyküleri sürekli gülümser. Üzülünecek şeyleri görmeyip aptalca mutlu olmak değil, soğukkanlılığını bilgece koruma becerisidir bu:

“Mesele, üç günlük ömrü hoşça geçirmek için, dünyayı, insanları hoş görüp sevmeğe çalışmaktır.” (Suat’a 1 Haz. 1951 tarihli mektup)

Denizci olan oğlu Suat’ı bu yeni işinden dolayı kutlarken, “Bu millete çok değerli, uğurlu hizmetler edesin. (…) Hak yok, görev vardır,” diye yazıyor. (30 Kasım 1936 tarihli mektup)

Bir de bugünkü iş anlayışını düşünüp soralım: Bugün makamlar, kişiye sağlayacakları hakları, olanakları mı çağrıştırıyor, yükleyecekleri görevleri mi?