7 Eylül 1980’de şimdiki AKP’nin atası olan, Milli Selamet Partisi'nin Konya’da düzenlediği mitinginde şu sloganlar rahatlıkla atılıyordu artık; "Dinsiz devlet yıkılacak elbet”, “Şeriat gelecek, zulüm bitecek”, “Laiklik dinsizliktir”, “Anayasa Kuran”, “Ya şeriat ya ölüm” ve “Cihada hazırız…" Çünkü gericiler vaktin artık geldiğini ve Cumhuriyetin gerçekten yıkılacağını düşünüyorlardı!
12 Eylül 1980’de Türkiye gericiliği ile Amerika’nın dünya egemenliğine inanan “çocukları" olan generaller tarafından darbe yapıldı, tüm siyasi parti ve dernekler kapatıldı. Demokrasi güçlerine karşı topyekun bir seferberlik ilan edildi. Dizginlerini koparan zor, zulüm ve işkence doruğa çıktı. Ülkenin aydınlanmacı birikimi paramparça edilerek, ülke; cumhuriyetçi aydınlar ve ilericiler için açık ceza ve işkence evine dönüştürüldü.
Ulusal birlik yerine dinsel birliği öne süren, ulus yerine ümmet anlayışını ön plana çıkaran, günlük konuşmalarını bile dinsel motiflerle süsleyen gerici 12 Eylül darbesinin başı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981’de Çanakkale'de yaptığı konuşmada "muhterem din adamlarının elini öpeceğiz" diyordu.
Darbe rejimi, 2842 sayılı yasayı 16.6.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak bu yasanın 10. Maddesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının yüksek öğretim kurumlarına girmelerini sağladı. Bununla da yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yaptığı değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda öğretmen olmalarına yasal dayanak hazırlandı.
12 Eylül'de gerçekleştirilen Amerikancı darbeden sonra İsmet İnönü 'nün oğlu veto edilerek seçimlere katılması engellenirken Nakşibendi tarikatının üyesi olan Turgut Özal'ın Çankaya'ya kadar tırmanması sağlandı. Nitekim Özal'ın, "12 Eylül olmasaydı iktidara gelemezdik" açıklaması 14 Ağustos 1987’de basına yansıdı.
Süleyman Demirel, Öğretim Birliği Yasası'nın bir devrim yasası olduğunu ve değiştirilmesinin olanaksız olduğunu göz ardı ederek şunları söylemişti Mart 1987’de: "Siyasetin emrinde din değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok. ...Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur. Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır."
28 Aralık 1989; o yıllarda “siyasal simge” olarak kabul edilen türban, üniversitelerde serbest bırakıldı.
Ve 1989’da TCK'nın Türkiye'de din devleti kurulmasını suç sayan 163. maddesi kaldırıldı. Bu maddenin kaldırılmasına karşı çıkan aydınlar ardı ardına katledilmeye başlandı.
31 Ocak 1990 Prof. Dr. Muammer Aksoy öldürüldü. 7 Mart 1990, Çetin Emeç öldürüldü. 4 Eylül 1990, Turan Dursun öldürüldü. 6 Ekim 1990, Prof. Dr. Bahriye Üçok öldürüldü. 24 Ocak 1993’de Uğur Mumcu, "İmam-Subay" başlıklı yazısından iki gün sonra bedeni bir bombayla parçalanarak katledildi.
Gericilerin iktidarda kalmak hırsı, her zaman kanlı olay ve eylemleri de beraberinde getirdi ve 2 Temmuz 1993’de Sivas Katliamını gerçekleştirdiler. Her yıl geleneksel olarak düzenlenen Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerinin 3. Gününde gerçekleştirdikleri planlı saldırıyla, ülkemizin yetiştirdiği değerli şair, aydın, düşünür, bilim adamı ve müzik ustalarından oluşan 33 kişiyi diri diri yakarak, Sivas tarihini bir kez daha kana buladılar. Çoğu çevre illerden gelerek Madımak Oteli'ni ateşe verenlerin attığı ortak sloganlarsa şöyleydi; "Zafer İslam'ın”, Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu Sivas'ta yıkılacak” , “Şeriat gelecek zulüm bitecek”, “Kahrolsun laiklik", “Anayasa Kuran” “Cihada Hazırız…”
27 Mart 1994; yerel seçimlerle Refah Partisi'nin yükselişi devam etti. 22 ildeki belediyelerin, Ankara ve İstanbul'daki anakent belediyelerinin tüm olanakları RP'nin eline geçti. Bunlar, iktidar yolunda önemli kilometre taşları olacaktı. Erbakan ”Refah iktidara gelecek, Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak? Kansız mı? 60 milyon buna karar verecek" diyordu. Ve 5 Nisan 1994 tarihli kararlarını ilan ederken "son sosyalist devleti de yıktık" sözleriyle Kemalist Cumhuriyet’in sosyal devlet alanında sağladığı kimi kazanımları da yok edeceklerinin sinyalini veriyordu.
10 Kasım 1994’de Anıtkabir'de Atatürk'ün gömütüne çirkin bir saldırı yapıldı. Saldırgan, "Taşlara, kemiklere secde etmeyin. Taşlar sizi kurtaramaz, Kuran’a davet ediyorum." diye slogan attı.
1997; Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, "Laiklere şeriat enjekte edilecek" diyordu. Ve RP’li Şevket Yılmaz , "Allah'ın size soracağı soru şöyle; Küfür düzeninde İslam Devleti olsun diye niye çalışmadın? " Hasan Hüseyin Ceylan, "Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler!"
Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, "Bu törenlere içim kan ağlayarak katılıyorum. Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola harman ola. Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini eksik etmesin." Şanlıurfa Belediye Başkanı Çelik, "Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak." diyorlardı.
Ve Nihayet Şubat 1997… Özal'ın halefi olan Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakanlık Konutu’nda verdiği iftar yemeğine Türkiye'nin en ünlü din baronlarını davet ederek, toplumsal gerilimi en üst noktaya taşımış ve artık “vaktin geldiğini” bir kez daha hatırlatmak istemişti.
Laikliğin tanımı bile değiştirilerek, "laiklik, din özgürlüğüdür" "din ise birleştirici ve lazımdır" denilmeye başlandı.
21 Ekim 1999’da Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürüldü. Ardından 18 Aralık 2002’de Prof Dr. Necib Hablemitoğlu öldürüldü.
Ve ülkemizi 2002’den bu yana Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığındaki kadrolar, iki haftadır sıraladığım tarihlerin içinden sızarak yönetiyor. Bu çok yakın tarihe bu yazımda değinmeyeceğim, çünkü özellikle 2007’den bu yana söylenen sözler, çektirilen acılar ve cumhuriyet kazanımlarına karşı yapılan sayısız saldırılar ciltler doldurur. Bu saldırıların hala içinden geçmekteyiz ve ülkenin aydınlanmacı güçleri “öğretilmiş çaresizlik” sendromundan kurtulup, cumhuriyet değerlerine en sarsıcı biçimde sahip çıkıyor. Bu acı yılları bizlere öğretti ki; örgütlü mücadele her şeydir! Ölülerimizi ve çektiğimiz acıları, zafer türküleri eşliğinde anacağımız günler gittikçe ve daha da yakındır!