Ha Cübbeli, ha Fatih!

Yayın tarihi: 28 Haziran 2020 Pazar 8:47 am - Güncelleme: 29 Haziran 2020 Pazartesi 12:49 am

Bilindiği gibi, ‘18 Dakika’ adlı televizyon programında; Osmanlı’nın en baskıcı, en zalim ve en despot padişahlarından biri olan, ‘İsdibdat Rejimi’nin (Buna bir tür feodal faşizm diyebiliriz) sultanı, 34. Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’in kurduğu rejimini eleştirdiğim için bilcümle gericiler, siyasal islamcılar, AKP’li troller(AkTroller) ahlaksızca küfür ve ölüm tehditleri yağdırıyor. Medya ortamının yüz akı denilebilecek televizyon kanallarından TELE1’e yönelik üç gündür alçakça bir saldırı yürütülüyor.

Bu saldırılar, Cübbeli Ahmet Hoca adıyla bilinen, zaman zaman şarlatanlığı nedeniyle alay konusu olan bir tarikat şeyhinin hedef göstermesi üzerine başladı. Bilgisizlik, dahası kara bir cehaletten beslenen bu saldırılar üzerine, henüz programın üzerinden (25 Haziran Perşembe) birkaç saat geçmeden, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, gece saat 02.13’te sosyal medya üzerinden (Twitter) bir mesaj yayınlayarak, saygısız bir ifadeyle TELE1 televizyonu hakkında, benim Abdülhamit’e “Hakaret ettiğim” iddiasıyla “inceleme” başlatıldığını duyurdu.

Olacak şey değildi. Belli ki, bir yerlerden uyarılmış, bunun üzerine gece yarısı kalkmış ve mesaj atmıştı. Bunun üzerine, ben de sabah 10.00 sularında, ilk cümlede Şahin’in üslubunu kullanarak şu mesajı paylaştım:

“RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin adlı şahıs, gece yarısı 03.00’de TELE1 hakkında inceleme başlatıldığını açıklıyor. Hayrola Sayın Şahin, darbe mi yapıyorsunuz, aceleniz nedir? Ülke TV için 10 gün beklediniz. Padişahlar eleştirilemez diye, bir yasa mı var? Siz mahkeme misiniz?”

Ve olaylar böylece gelişti, konu Türkiye gündeminin tepesine oturdu. Öyle ki, Google’de neredeyse üç gün boyunca TT (Top Trends) oldu. Konuya hemen her kesimden siyasetçi, gazeteci, tarihçi ve yazarlar da girdi. Bunlardan biri de Haber Türk yazarı ve aynı adlı televizyon kanalının programcılarından Fatih Altaylı oldu. Bu meslektaşımız, 27 Haziran günü yazdığı bir yazıyla tartışmaya değil, saldırıya katıldı. Bu küfür ve tehditlerle yürütülen aklaksız saldırıya durduk yere katılan Altaylı’ya geleceğiz, ama önce konuyu biraz daha açalım.

* * *

Hemen belirteyim; benim açımdan mesele ya da benim meselem bir Osmanlı sultanının kişiliği değil, ona hakaret etmek ise hiç değil. Mesele, Ortaçağ artığı çürümüş, ilkel bir düzeni korumak için kurulan baskı ve zulüm rejimi, diğer bir ifadeyle despotluktur. Kişisel hırs ve ikbal için aydınlanma hareketini zorbalık ile ezmeye çalışmaktır. Benim eleştirdiğim, evet sert bir üslupla eleştirdiğim konu da budur.

Ancak, tehditler, küfürler ve saldırılar karşısında geri adım atmadık. Gerici ve faşizan zorbalığa boyun eğmedik. Saldırıları püskürttük, atmosfer değişti, inisiyatif bize geçti. Çünkü, dinci hareketin kurmak istediği yeni rejim için tarihsel ve ideolojik bir referans kaynağı olarak aldığı 2. Abdülhamit’i savunmak çok zordu. Yandaş basın, yeni rejimin sözcüleri yalan ve küfürle ancak birkaç saat idare edebildiler.

Deyim uygunsa böyle bir “karşı koyuş” beklemiyorlardı. Galiba, son yıllarda alıştıkları gibi, küfür ve ölüm tehditleriyle saldırdıkları, iktidarın zor aygıtlarıyla korkuttukları kimi muhalifler gibi, bizim de geri çekileceğimizi sanıyorlardı. Ezberleri bozuldu, derin bir cehaletle yürütmeye çalıştıkları saldırı ve tartışmadan kendileri çekildi. Geriye küfür ve tehditler kaldı. Bir de Fatih Altaylı gibi, gericilik ve cehalet treninin son vagonuna atlayanlar…

* * *

Diğer taraftan, kimilerinin sandığı gibi bu tartışma, suni bir gündem üzerinden gelişen her hangi bir atışma değildir. Geçmişe ilişkin bir tartışma ise hiç değildir. Bu tartışma, günümüze ve geleceğimize ilişkin yakıcı bir çatışmadır.

Bu bakımdan sanılandan çok daha önemlidir. Çünkü Türkiye, bir anlamda tam da bu tartışmanın ima ettiği bir kavşakta duruyor. Ülke, ya Abdülhamit’in temsil ettiği yöne gidecek ya da Osmanlı-Türk aydınlanmasının bir devamı Cumhuriyet hareketinin ve M. Kemal’in işaret ettiği yolda ilerleyecek. İkilem budur ve bir ara seçenek de yoktur.

Kuşkusuz bu durum, 21. yüzyılda Türkiye’nin dramıdır. Çünkü toplum, ne yazık ki, yüz yıl sonra yeniden böyle bir terihcihle karşı karşıyadır. Nedeni basit; çünkü, tarihsel ve sosyolojik bakımdan yarım kalan her devrim, kendi mezar kazıcılarını yaratır. Türkiye istisna değildir.

* * *

Elbette tedbirimizi alıyoruz, failleriyle de hesaplaşacağız ama tehditler vız gelir, onu geçelim. Ancak, ortada Cumhuriyeti imha ederek yeni bir rejim kurma girişimi var. Bu siyasal hareket de tarihsel ve ideolojik referans noktası olarak 2. Abdulhamit’i alıyor. Durumun önemi de burada. Henüz bilgileri, görgüleri, müktesabatları, donanımları, insan kaynakları, tarihsel gelenekleri yetmediği için başarılı olamadılar. Olacak gibi de görünmüyorlar. Yani hala yeni bir rejim kuramadılar. Ortada kuruluş süreci tamamlanmayan rüküş bir siyasal ve kültürel düzen var.

İşte bu rejimin referansı, Mustafa Kemal’i bile tam 4 kez tutuklatıp aylarca zindanlara atan; Osmanlı-Türk aydınlanması ve demokratik devriminin öncülerinden Mithat Paşa’yı önce Taif’e (Arabistan) sürüp, sonra orada boğduran; Vatan Şairi Namık Kemal gibi binlerce aydını zindanlara atan, onbinlerce muhalife kan kusturan zorbadır.

Abdülhamit, Düyun-i Umumiye İdaresi’nin kurulması ile imparatorluğun maliyesini sömürgeci devletlere teslim eden ve kişisel servetinin büyüklüğü hesaplanamayan bir despottur. Abdülhamit’in, imparatonluğun çeşitli bölgelerinde yaklaşık 8 bin tapulu mülkü ve Avrupa bankalarında yaklaşık 250 milyon dolar parasının olduğu biliniyor.

Abdülhamit döneminde, Osmanlı İmparatorluğu 1 milyon 592 bin kilometre kare (yani Türkiye yüz ölçümünün iki katından fazla) toprak kaybedecekti. Yıldız Sarayı’nda oturan despotun zulmü kendi halkınaydı… Değilse, Batılı büyükelçilerin elinde oyuncağa dönüşmüş durumdaydı.

Özetle Abdülhamit, Avrupa basınında alay konusu olan, gel gelelim korkak ve kuşkucu bir sultandı. Basına ağır bir sansür uygulayan Abdülhamit, Mehmet Akif Ersoy’un, “mel’un” ve “kızıl kafir” diyecek ölçüde ağır sözlerle eleştirdiği bir padişahtı.

* * *

İşte bu despot sultan, islamcı hareketin hedeflediği yeni rejimin kurucu atası ve tarihsel referans kaynağı haline getirilmek isteniyor. Bunun tek bir nedeni var; Abdülhamit, halife ünvanını açıkça kullanan ve islamı siyasallaştırarak bir yönetim enstürmanı haline getiren ilk padişahtır. Mesele budur. Örneğin, Yavuz Sultan Selim bile, halife ünvanını hiç kullanmamışır. (Yavuz halifeliği değil, halifeyi İstanbul’a getirmiş, sarayda hırsızlık yaptığı için de Yedikule zindanlarına atmıştır.)

İslamcıların “Kızıl Sultan”a ilgisinin kaynağı, Abdülhamit’in dağılma sürecine giren bir imparatorluğu 33 yıl ayakta tutmasıdır –ki bu tez de doğru değildir, tam tersine çözülme ve çöküş sürecini hızlandırmıştır- ayrıca halkın sevmediği biridir. Bilgisizliğini her fırsatta dışa vuran Fatih Altaylı’nın söylediği gibi, halkın görece refah seviyesini artıran ve bu nedenle sevilen bir padişah  hiç değildir. Tersine halk tarafından da sevilmeyen, bu nedenle korkular içinde bir hafiye ve jurnal düzeni kuran, M. Akif Ersoy’un ifadesiyle “ödlek” bir padişahtır.

* * *

Gelelim, Cübbeli Ahmet’in korosuna katılan Fatih Altaylı’nın “Eleştirinin dozunu” kaçırdığım iddiasına. Gerici güruh, benim Abdülhamit’e “Aşağılık” dediğimi, bunun da “Müslüman Türklerin Atası olan” Abdülhamit’e hakaret olduğunu ileri sürüyorlar. Dozu kaçan eleştiri ile şu “Aşağılık” sözcüğü ya da kavramını kullanmam kastdediliyor sanırım.

Öncelikle belirteyim ki, Abdülhamit Müslüman Türklerin atası falan değildir: Ve devam edelim; dünyanın bütün despotları, zorbaları ve diktatörleri aşağılıktır. Onların sultan, darbe lideri ya da seçilmiş olmaları farketmez. Despot, despottur. Bunu söylemek hakaret değil, buz gibi demokratik eleştiridir. Çünkü Abdülhamit, yukarıda sıraladığımız özellikleri ve “icraatları”nın yanı sıra, Osmanlı’da iki kez Meclis kapatan, tarihimizin ilk anayasasını kaldıran, 1909’da (31 Mart Vakası) seçilmiş Meclis-i Mebusan Hükümetine karşı –ki o Meclis Misak-ı Milli’yi ilan edecek meclisti- alaylı askerlere, şeriatçıların desteğiyle darbe yaptıran bir hükümdardır. Diğer bir ifade ile bu toprakların ilk darbecisidir. Ne diyelim, bu da tarihin ironisi.

* * *

Abdülhamit, sadece aydınlara ve halka zulmeden bir despot da değildir. İmparatorluk tebası olan bazı halklara yönelik katliamlar düzenleyen bir zalim; Kıbrıs’ı İngilizlere, Filistin’i siyonistlere satan bir işbirlikçidir. İşte Cumhuriyet, Abdülhamit ve onun temellerini attığı gericiliğe karşı verilen mücadele içinde kurulmuştur.

Fatih Altaylı, bilgi kırıntılarıyla kaleme aldığı yazısında, özetle, Abdülhamit’in iyi yanları da, kötü yanları da vardı diyor, iyi mi! Sözleri tam olarak şöyle:

“Sonuç olarak Abdülhamit iyisiyle kötüsüyle zor bir dönemde, çok uzun süre tahtta oturan biridir.
Hataları kadar sevapları vardır. Biz hakaret etmeden adam gibi eleştirmeyi beceremediğimiz için tarihimizi de doğru düzgün öğrenemeyiz. Bu abuk sabukluğun adı bazen Kadir Mısıroğlu olur, bazen Merdan Yanardağ” (Fatih Altaylı, 27 Haziran 2020, Haber Türk Web).

Yukarıda özetlediğim ve tarihsel gerçeklere dayalı eleştirileri TELE1 ekranında da yaptım. Bunu, “abuk sabukluk” diye nitelendirip, Kadir Mısıroğlu gibi cahil bir meczup ile eşitlemeye kalkışma soytarılığının tek bir anlamı vardır; Altaylı, böylece saldıranların, küfrün safında yer aldığını ilan ederek, islamcı oligarşiye “iyi çocuk” işareti veriyor. Takunya yalayıcılığına soyunan meslaktaşımız, sinikçe “sizinleyim” diyor. Bu arada fanatik bir dincinin de adını anarak, ne olur ne olmaz diye, cumhuriyetçilere dönüp, “Bakın ben biraz onlara da karşıyım” deme cinliğini göstermeye kalkıyor.

Oysa; zalimle mazlum, zorba ile mağdur, ezen ile ezilen, demokrasi ile diktatörlük, cehalet ile bilgi, küfür ile eleştiri, Ortaçağ rejimi ile modern cumhuriyet, dinci gericilik ile akıl ve bilim, tehdit ile nezaket, küfür ile eleştiri arasında orta yol yoktur. Böyle ikilemlerde her orta yolcu yaklaşım, son çözümlemede zorbalığın, küfrün, zalimliğin, despotluğun, cehaletin, gericiliğin, Ortaçağ’ın yanında yer almaktır. Fatih Altaylı’ya hayırlı olsun.

Sanki merkez medyaymış gibi davranan, utangaç yandaş Haber Türk’te yazmak zor zanaat… Ne diyelim; şarlatanlığın adı bazen Cübbeli Ahmet, bazen de Fatih Altaylı oluyor.

Altaylı’ya Namık Kemal ve Mehmet Akif’in Abdülhamit hakkındaki şiirlerinden bazı bölümleri hatırlatıp bitirelim. Bak bakalım, bunlar da senin Kadir Mısıroğlu’n gibi “abuk sabuk” şeyler mi yazmış?

Önce, Vatan Şairi Namık Kemal’den bir mısra; “Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-ı hürriyet. …”

Ve İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’un kimi şiirlerinden bazı bölümler;*

“Ah efendim, o herif yok mu, kızıl kâfırdi:

Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.

Ne edeb der, ne hayâ der, ne fâzîlet, ne vakar;

Geyirir leş gibi, mu´tâdı değil istiğfar”

* * *

“Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,

‘Bu bir câni!’ dedin sürdün, ya mahkum eylendin hapse.

Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdana, her hisse,

Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se…

Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e.”

Akif Ersoy’un, Abdülhamit’in ölümünü dilediği o ünlü şiir:

“Ortalık şöyle fena, böyle müzebzeb işler,

Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer,

Akıbet çok kötü…”

* İslamcıların, inançlı bir Müslüman olan Mehmet Akif’in, Sultan Abdülhamit için yazdıklarını akılları almıyor. O nedenle, “öldükten sonra ortaya çıktı” dedikleri sahte şiirler uydurdular ama o da olmadı. Belgelerle çürütüldü. Oysa, M.Akif’in ölene kadar sürdürdüğü Abdülhamit düşmanlığının nedeni basitti. Onların, biri yurtsever diğeri işbirlikçi, biri hürriyet yanlısı öteki despot, biri samimi inanan diğer siyaseten dinciydi. Fark budur. O nedenle Nazım Hikmet, “Akif büyük adam, inançlı adam” der.