Niyetname ile üç gazeteciye tekrar Silivri esareti: Gazetecilik yapmaya devam edeceğiz

Yayın tarihi: 24 Haziran 2020 Çarşamba 9:00 pm - Güncelleme: 25 Haziran 2020 Perşembe 2:31 am

Libya’da şehit olan MİT personelinin cenazesini haberleştirdikleri gerekçesiyle 6’sı tutuklu 8 gazetecinin ilk duruşması bugün görüldü. Barış Terkoğlu, Aydın Keser ve Ferhat Çelik tahliye edildi. Mahkeme, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel’in tutukluluk halinin devamına hükmetti. Duruşma 9 Eylül’e ertelendi.

Silivri Cezaevi’nden gece saatlerinde tahliye olan Oda Tv Haber Müdürü Barış Terkoğlu ilk açıklamasında, “Şu an tüm arkadaşlarımın burada olması gerekiyordu. Bu dava bizim kalemimizi kırmak için yapılmış bir dava. Biz en iyi bildiğimiz şeyi yapacağız. Gazetecilik yapmaya devam edeceğiz” dedi.

Libya’da yaşamını yitiren MİT mensuplarına ilişkin haberleri nedeniyle 4 aydır tutuklu olan gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Aydın Keser, Murat Ağırel, Hülya Kılınç ve Ferhat Çelik’in İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşma bugün görüldü.  109 gündür tutuklu Yeniçağ yazarı ve TELE1 programcısı Murat Ağırel ve Barış Pehlivan’ın aileleri uzun süre içeri alınmadı.

Merdan Yanardağ: Asıl yargılamayı gazeteciler yaptı herkes sustu

MURAT AĞIREL: İDDİANAME DEĞİL NİYETNAMEDİR

Adliyeden gelen bilgilere göre duruşmalar geç başladı ve avukatlar uzun süre bekletildi. TELE1 programcısı Murat Ağırel savunmasında “Bu bir iddianame değil niyetnamedir. Ben şehit cenazelerinde duygulanıyorum bu şehitlerimizin töreni dahi yapılmadı. Amacım onları yüceltmekti. Tüm amacım şehitlerimiz hakkında bilgi vermekti” dedi.

İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada, gazeteciler, ‘Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri açıklamak’ ve ‘istihbarat görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak almak ve temin etmek’ suçlamalarıyla 8 yıldan 19 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor. 4 aydır tecrit koşullarında cezaevinde tutulan altı gazetecinin yanı sıra, gazeteci Erk Acer ve Manisa Akhisar Belediyesi Basın Birimi çalışanı Eren Ekinci de tutuksuz yargılanıyor. Eren Ekinci duruşmaya SEGBİS’le katıldı.

Barış Terkoğlu’nun avukatından ilk açıklama: Dava 9 Eylül’de bitebilir

SAVCILIK TUTUKLULUK HALLERİNİ DEVAMINI TALEP ETTİ

Esas hakkında mütalaasını açıklayan Savcılık, taraflara önümüzdeki celseye kadar süre verilmesi, Erk Acarer hakkındaki yakalama kararının tekrarını, tüm tutukluluların tutukluluk hallerinin devamını talep etti.

BARIŞ TERKOĞLU, AYDIN KESER VE FERHAT ÇELİK TAHLİYE EDİLDİ

Avukatların beyanlarının ardından duruşmaya 45 dakika ara verildi. Mahkeme aranın ardından kararını açıkladı. Mahkeme,Barış Terkoğlu, Aydın Keser ve Ferhat Çelik  yurt dışına çıkış yasağı adli kontrolüyle tahliye kararı verdi.

Mahkeme, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel’in tutukluluk halinin devamı ile Erk Acarer’in yakalama kararının tekrarına hükmetti. Duruşma 9 Eylül’e ertelendi.

ERK ACARER’İN AVUKATI: MİT ŞEHİTLERİ BU YASA KAPSAMINA GİRMEZ

Gazeteci Erk Acarer’in avukatı Ömer Faruk Eminağaoğlu da müvekkilinin tahliyesini talep ederek, “Bu dava tüm sanıklar yönünden ‘derhal beraat’in oluştuğu, hiçbir sanık yönünden tutuklama ya da yakalama durumunun oluşmadığı bir davadır” dedi. Eminağaoğlu, şunları kaydetti:

“Müvekkilim hakkında yakalama kararı verilmiştir. Ancak bunun koşulları oluşmamıştır. Ara kararda ifade ettiğiniz gibi müvekkilim 3 yıldır yurt dışında yaşıyor. Bu dava nedeniyle kaçmamıştır. Bu nedenle hakkında yakalama kararı çıkarılamaz. MİT yasası özel bir yasadır. Özel olduğu için TCK’ye göre uygulanmalı. Türkiye şehitlerine saygısızlık edilen bir ülke değil. Şehitliğin gizlisi olmaz. MİT şehitleri bu yasa kapsamına girmez. 27. maddenin uygulanma koşulları yoktur bu nedenle derhal beraat kararı verilmelidir.”

BARIŞ TERKOĞLU’NUN AVUKATI: ODA TV ÖZELİNDE HİÇBİR SUÇ UNSURU YOKTUR

Mahkeme Başkanı, avukatların taleplerini dinlemeye geçti.

Barış Terkoğlu’nun avukatı Yiğit Akalın, “Huzurdaki davada Odatv özelinde hiçbir suç unsuru yoktur” dedi. Akalın, şunları söyledi:

“Eren Ekinci’nin ifadesi 21 Nisan’nda alındı. İddianameden 2 gün önce. İddianameden 2 gün önce dahi TCK 329 ortada yok. Huzurdaki davada Oda tv özelinde hiçbir suç unsuru yoktur. Ben kendimde suç buldum, biz izah edememişiz. Barış Terkoğlu hala neden tutuklu? İddianamede Terkoğlu’nun isminin geçtiği yerlerde o da haberi biliyordur diye bir şey yok. Sadece sorumlu haber müdürü olması nedeniyle yazıyor. Müvekkilimin huzurda olmaması gerekiyor.”

“Onların avukatlıklarını yapmak çok zor ki ama bir şeyi unuttular tahliye talep etmediler onu da biz talep edeceğiz” diyen Barış Pehlivan’ı avukatı Hüseyin Ersöz de “FETÖ döneminde olan yandaş medyanın benzeri bir yandaş medyanın linciyle karşı karşıyayız” ifadelerini kullandı. Ersöz, özetle şunları söyledi:

“Gazeteciliği tartışacağımız yer burası değili, burası olmamalı. Düşünün bu ülkenin en tepesindeki Cumhurbaşkanı bir açıklama yapıyor, ‘Libya’da şehitler var’ açıklaması bütün sitelerde yer alıyor ama siz bu açıklamanın araştırılmamasını istiyorsunuz. Bunu araştırmazsanız kendinize gazeteci diyemezsiniz, gazetecilik bunun ayrıntılarını öğrenmektir.Devletin en üstü tarafından yapılan açıklamanın gazetecilerce araştırılmasından başka bir şey yok ortada.Hepsi haber, hepsi gazetecilik faaliyeti, hepsi basın hürriyeti kapsamında.”

AVUKAT CELAL ÜLGEN: İDDİANAMEDEKİ DEĞERLENDİRME BÖLÜMÜ YARGITAY’IN BERBEROĞLU KARARINDAN KOPYALANARAK ALINMIŞ

Hülya Kılınç’ın avukatı Celal Ülgen “İddia makamı bir zoru başarmak istemiş, Bir tarafında Yeniçağ bir tarafında Odatv bir tarafında Yeni Yaşam almışlar, bir örgüt oluşturabilir miyiz diye iddianame yazmışlar” dedi. Ülgen, özetle şunları söyledi:

“İddianameyi hazırlayan savcı suç olarak MİT Kanunu 27. maddeyi gösterdi. Peki iddianamede 329. madde nereden çıktı? Temel bir olay var iddianamenin hukuki değerlendirme bölüm AYM’nin kararından ve Yargıtay’ın verdiği Berberoğlu kararından kopyalanarak alınmıştır. İddianamedeki hukuki değerlendirme bölümü sözcük hatalarına kadar oradan alınmıştır. Bu olayda Hülya Kılınç için TCK 329 uygulanamaz. MİT Kanunu 27/3 geldiğimiz zaman burada örgütlü bir suçtan bahsetmeliyiz. İfşa, bir defa açıklama oldu mu bir daha ifşa olmaz. Bir şeyin farkındayız. Mahkemenizi suçlamıyorum. Türkiye’de uzun bir sürerdir hukuk tutulması yaşıyoruz. Buradan çıkış yolu aramamız gerekiyor. Müvekkillerimizin tahliyesini talep ediyoruz.”

FERHAT ÇELİK’İN AVUKATI: 30 YILDA EN RAHATSIZ OLDUĞUM DAVA OLDU

Ferhat Çelik’in avukatı Özcan Kılıç da “Vefat etmiş, cenaze haberi yapıyorsunuz. Sanki görevdeyken ifşa ettiniz, hayatlarını tehlikeye attığı gibi gösteriliyor” dedi. Kılıç, “Bu haber 19-20-21-22 Şubat günleri yayınlanmış haberler. Vefat eden MİT mensupları görevdeyken değil, vefat edildiği haberleri yapılıyor. 22 Şubat’ta ihale Murat Ağırel’e yıkılıyor. Mailleri hacklaniyor. Hakikaten mantığa uygun değil. 30 yılda en rahatsız olduğum dava bu oldu. Bu tür davalarda haber olur. Asliye cezaya çıkarsanız, zaten asliye cezalıktı bir maddeyle ağır cezalık oldu”

Aydın Keser Avukat Sercan Korkmaz ise “Söylenecek hiçbir şey kalmadı. Şapkadan tavşan çıkartamayacağız. İddianamenin ciddiyetsizliği ortada ama ciddiyeti olan bir durum ise salgın ortamıdır” ifadelerini kullandı.

MURAT AĞIREL’İN AVUKATI: MURAT’I KESSENİZ TÜRKİYE İLE İLGİLİ BİR BİLGİYİ BAŞKASINA VERMEZ

Murat Ağırel’in müdafiisi Mehmet Ruşen Gültekin,”Bugün yargılama konusu olan iki şehidin ruhu şad olsun. Bu yargılamanın ruhu açısından Türkiye’nin Libya’yı işgali değil, Libya’nın doğru bir yere gidebilmesi için bu unsurlarla gurur duyan insanlarız” dedi. Gültekin, şöyle konuştu:

“Benim müvekkilimden bir vatan haini olarak bahsedilmektedir. Kendisini bu yargılamadan önce de tanırım, bu yüzden kendisini temsil ediyorum. Bizler iddianamenin açıklanmasını bekledik ki kendimizi anlatalım. Soruşturmanın başta gizliliği vardı. 17 yılını savcı olarak geçiren ben, bir TV kanalında iddianameden alıntı yapılıyordu. Hemen telefonla bağlandım, bu işin bir suç olduğunu söyledim. Bu mahkemenin huzurunda size arz edildi. Benim müvekkilim bu bilgileri internetten toplamıştır. Benim Cumhurbaşkanım şehitlerden “birkaç tane” diye bahsederse, milliyetçi insanlar üzülür. Murat’ı kesseniz Türkiye ile ilgili bir bilgiyi başkasına vermez. Bu iddianameden 10 sene ceza alsa, rahatsız olmaz ama bu ifadeden rahatsız olur. Şeklen iddianamede gerçekten Murat’ın ya da yakalamalı olan sanığın (Erk Acarer) diğer sanıklarla bir bağı yok. Olması gereken dosyanın ayrılması ve önünüze tek tek gelmesiydi. Murat’ın kızı uyumuyor artık. Tutuklamayı gerektiren CMK 100. maddede sayılan bir noktada değiliz.  Tutukluluk bir tutsaklık haline gelmiştir. İstediğimiz tutuksuz yargılamadır. Bu insanları kovsanız gitmez. 16 kilo verdi içeride. Vicdanınıza seslenip adalet diyoruz.”

MURAT AĞIREL’İN SAVUNMASI

Hakim karşısına çıkan gazetecilerin davası tartışmalarla başlarken, gazeteci Murat Ağırel savunmasını yaptı.

Murat Ağırel savunmasında şunları söyledi:

“Mahkemenizde şüpheli sıfatı ile bulunma nedenim, 2937 sayılı Kanunun 27. maddesi ile birlikte TCK’nın Devlet Güvenliğine ve Siyasal Yararlarına İlişkin Bilgileri Açıklama başlıklı 329 maddesinde tanımlanan suçları işlediğim iddiasıdır.

“KUMPAS DAVALARINDAN BERAAT ETTİM”

Kumpas davası olan Ergenekon davasından 2019 yılında beraat ettim. Beraat ettikten sonra hakkım olmasına rağmen tazminat davası açmadım. Bunun sebebi ise; şayet alacağım tazminat bu kumpası kuran hainlerin cebinden çıkacak olsa saniye düşünmezdim. Ne yazık ki muhtemel alacağım tazminat, fukaranın cebinden ödenecektir. Dosya avukat masrafını dahi iade almadım. Bunu yapmış olsaydım rahatsız olur uyumazdım. Boğazımdan geçmezdi.

Mahkemenizde iddia edildiği gibi bir suçun olmadığını ve nasıl olmadığını savunacağım. Zira bu olmayan suçlamalarla tam 120 gündür cezaevinde bir hücrede tek başıma tutuluyorum. Hakkımdaki suçlamalar, ne bir somut delile dayanıyor, ne de vicdana sığıyor.

NİYETNAMEDİR

İddia makamının tarafınıza sunduğu iddianame bana göre bir “niyetnamedir”. Neden böyle nitelendirdiğimi ve savunmamı anlatmaya başlayayım;İddianame içerindeki, iddiaları çürütecek benim savunmamı ise doğrulayacak belgeleri savunma metni içerisinde numaralandırdım ve ek dosya olarak tarafınıza da sunuyorum.

Şubat ayının ilk haftasında “SARMAL” isimli kitabım satışa çıktı. Satışa çıkmasından sonra bir ilgiye mazhar oldu. Bu nedenle devamlı tanıtımlara ve kitap imza günü etkinliklerine katıldım.

22 Şubat günü yani suç işlediğinim iddia edilen tweet paylaşımını yaptığım gün, CKM (Cadde Bostan Kültür Merkezi)’nde imza günü etkinliği saat 15:00 da yapılacaktı. O günün sabahında TELE1 TV’de Namık Koçak’ın programına canlı yayın konuğu olarak katıldım ve kitabım hakkında konuştuk. Sonrasında Kadıköy CKM’ye gittim. İmza etkinliği başlamadan yirmi dakika önce Sputnik Radyo RSFM’de Ahu Özyurt’un sunduğu programa telefon bağlantısı ile canlı yayına bağlandım. Bu canlı yayın 14:40 da başladı 15:00’a kadar sürdü. Konu sadece kitabım “SARMAL”dı.

HER TÜRK EVLADI GİBİ BENDE ÜZÜLDÜM

Her Türk evladı gibi ben de her şehit haberinde çok üzülürüm. Çünkü şehitlerimiz“tane” değildir. Bir babadır, ağabeydir, oğuldur, kocadır, sevgilidir. Şehit şehadete erdiğinde can veren sadece kendisi değildir. Tüm sevdikleridir. Şehidimiz ister asker, ister polis, ister memur, ister vatandaş olsun. Hepsi bu toprakların evlatlarıdır. Hak ettikleri değeri göstermek zorundayız. Yapılacak tören bu değerlerden en önemlisidir.”

Bu paylaşımı yapmamda ki gayem şehitlerimizin şahadetini yüceltmek ve bu kahraman vatan evlatlarının hak ettiği ilgiyi ulaşmasını sağlamaktı. Düşünsenize bu topraklar uğruna can veren yiğitlerimizden “tane” diye bahsedilip geçiştiriliyor, tören dahi yapılmıyor. Hangi Türk evladı bunu kabul eder. Amacım bunları dile getirip şehitlerimizi yâd etmekti. Başka bir amacım, düşüncem, kastım yoktu. Gazetecilik refleksi ile şehit olmuş askerlerimizin, kahramanlarımızın “tane” diye nitelendirilmesine, törensiz defnedilmesine binlerce kişi gibi tepki vermek ve şehitlerimizin hakkındaki doğru bilgiyi paylaşarak şahadetlerini yüceltmekti.”

SADECE 43 DAKİKA AKTİF KALMIŞTIR

Sizi anlattığım haberleri sosyal medyadan derlemem ve şehitlerimiz hakkında paylaşım yapmam toplam 50-60 dakika içerisinde gerçekleşmiş ve sadece 43 dakika aktif kalmıştır. Sonrasında hesabımı ele geçirenler tarafından paylaşım kaldırıldı.

ARADA 11 GÜN VARDI

Odatv haberi ile benim paylaşım arasında 11 gün vardı. OdaTV haberinden Barış Terkoğlu gözaltına alınınca ancak haberim oldu. Haberin içeriği hakkında bilgi sahibi olduğumda ise şaşırdım. Zira ben tören yapılmadığını biliyordum. Bunu da paylaşımımda belirtmiştim.

Barış Terkoğlu gözaltına alındıktan sonra malum medya organlarında hedef olarak gösterilmeye başlandım. Zira kitabım “SARMAL”ın, “PELİKAN” adlı bölümünde belirttiğim tüm isimler beni hedef gösteriyordu. MİT’in ifşasından bahsediliyor ve ilk ifşanın ben ve Batuhan tarafından yapıldığı yazılıyordu. Hatta “Yeniçağ’ın MİT ifşasındaki rolü”manşeti atılıyordu. Bu paylaşımı yapan “Yekvücut” hesabıdır. Yine aynı isimler tarafından bu haber paylaşılmaya başlamıştı.Bunun üzerine benim ve Batuhan’ın da gözaltına alınacağımızı düşündüm.

SAVCININ HER SORUSUNA CEVAP VERDİM

Beklediğim gibi oldu. 6 Mart günü Başsavcılıktan arandım. Savcıya yönlendirildik. İfademi verdim. Savcının sorduğu her soruya cevap verdim. Sayın savcı bana paylaşımımı gösterdi. Paylaşım saat olarak 11:06 yazıyordu. Yanlış olduğunu söyledim.”

FOTOĞRAFLARI SOSYAL MEDYADA VARDI

Sayın Savcı bir videodan bahsetti ve videoyu kimin çektiğini tespit etmeye çalıştıklarını, fotoğraflarını sosyal medyadan bulunamayacağını bildirdi. Ben de kendisine fotoğrafların sosyal medyada yer aldığını videoyu görmediğimi bildirdim. Savcı diğer savcı ile bir yere gidip geldikten sonra tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildim.

8. Sulh Ceza Mahkemesi karşına çıktım. Savcılık ifademi tekrarladım. Belgeleri sundum. Mahkeme adli kontrol şartı ile serbest bıraktı beni. Tahliye olduktan birkaç saat sonra daha önce planlanan Ankara kitap fuarına katılmak üzere Ankara’ya hareket ettim.

Dönüşte arandığımı eski kayınvalidemin evine gidildiğini, kayınbiraderimin de Vatan Caddesine gidip tutanak tuttuğunu aranmam üzerine öğrendim. Polis memuru ile konuştum “beni arasalardı zaten gelirdim” dedim. Yolda olduğumu birkaç saate geleceğim bildirdim.

Avukatım ile birlikte gidip teslim oldum. Sonrasında 5. Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkarıldım. Savcı 11. Sulh Ceza Mahkemesi’ne itiraz etmiş, Nöbetçi 5. Sulh Ceza olduğu için davaya bu mahkemenin baktığını öğrendim. Mahkemede savcının 24 saat dolmadan neden tutuklama istediğini öğrenmek istediğimizde “kaçma şüphesi” ve “delilleri karartma” gibi nedenlerin ileri sürüldüğünü öğrendim. Yani yeni bir gerekçe de yoktu. Aynı iddia ile 8. Sulh Ceza Mahkemesi tahliye etmişti. Savunmamı yaptım. Avukatlar savunmasını yaptı. Ara verildi. Sonra karar için içeriye çağırıldık. Ben savunma kürsüsüne tam geçmeden ve avukatlar daha salona girmeden, mahkeme başkanı bana “tutuklandın” dedi dışarı çıkardı. Avukatım Aylin Hanım itiraz etti ancak yararı olmadı.

3 FARKLI KARAR VARDI

Dışarıda kararı beklerken mübaşir kararı getirdi. Ben okumadan imzaladım. Avukatım Onur Cingil karar metnini imzalarken karara baktı, müvekkilim tahliye edilmiş dedi. Hepimiz şaşırdık. Evrakı mübaşir ile birlikte inceledik. Karar metninde 3 tane farklı karar vardı.

O esnada 13-15 avukat 3 milletvekili de evrakları kontrol etti. Tüm yaşananlar kameralarca kayıt edildi her an. Mübaşir bir hata yapıldığını söyledi ve evrakları almak istedi ancak vermedik. Mübaşir içeri gitti ve bu sefer kalem görevlisi ile geri geldi ve cam kenarında diğer suretleri incelediler. Ben de yanlarına gidip nasıl böyle bir şeyin olduğunu sordum. Anlamaya çalıştıklarını söylediler. Avukatlarım hâkim ile görüşmek istedi. Mübaşir durumu mahkeme başkanı bildirdiğinde sesler koridora kadar geldi. Sonra polisleri çağırdı mahkeme başkanı. Bir süre sonra düzeltilmiş karar geldi. Avukatlarım karara şerh düştüler ve tutanak şeklinde kararın altına yazdılar.

POLİSLERİN NEZARETİNDE SİLİVRİ’YE TESLİM EDİLDİM.

Bu anlattıklarım noktası ve virgül ile yaşadıklarımın tamamıdır. İlk günden itibaren tüm mahkemelere belgeleri ile birlikte itirazlarda bulunmamıza rağmen dikkate alınmadı ve ret cevabı verildi. Hukuki savunmayı avukatlarım yapacaklar, tabii ki ancak iddianamenin nasıl gerçekleri yansıtmadığını yine belgeleri ile anlatmak istiyorum. Şu ana kadar anlattıklarıma ait 21 belge dosyada mevcuttur.

‘CASE OFFİCER’ İFADELERİ

İddia makamının düzenlediği iddianame 50 sayfa. Benden bahsedilen kısım sadece 2,5 sayfa. Bu 2,5 sayfa içerisinde tam 7 defa “ilk olarak”, 2 defa “ilk deşifre” ve 11 defa da “case officer” ifadeleri kullanılmıştır.

İddianameye giriş kısmında OLAY başlığı altında 7 Şubat MİT krizi olarak bilinen davaya ve MİT Tırları davasına atıf yapılmış ve üçüncü paragraf sonunda yapılan soruşturmalarda şüphelilerin FETÖ, PYD Silahlı Terör örgütü mensubu oldukları ve kapsamlı bir plan dâhilinde ve casusluk kastı vurgusu yapılmıştır.

MİT TIRLARI DAVASI HATIRLATILDI

Bizim yargılandığımız bu dava ile bağı belirtilmemiş olmasına rağmen, örnek olarak bu davaların hatırlatılmasının nedeni iddianamede yer alan “planlı hareket” ve “kast” iddialarının altını doldurma gayretidir.

Zira tüm sanıkların birbiri ile irtibatları HTS kayıtları, sinyal takibi ile tespit edilmiş, MİT, terör savcıları, emniyet güvenlik şube sanıkları hakkında kapsamlı araştırmalar yapmıştır. Bunları ek klasörde görüyoruz. Sayın iddia makamına iddiasına delil olabilecek şahsım ile ilgili tek bir bulgu yoktur. Ne sanıklarla bir irtibatım ne de herhangi bir terör örgütü ile en küçük bağım bulunmamıştır. (EK-27) Çünkü yoktur. Sanıklardan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ı tanırım, bilirim. Yurtseverliklerine de kefil olurum. Barış Pehlivan ile en az 14 -15 ay Terkoğlu ile de o kadar zaman görüşmem olmamıştır. Telefon irtibatı olarak sadece Terkoğlu ile sohbet için bazen arardım. Ancak uzun zamandır onu da yapmadım.

SAVCILARIN İDDİASINDA DELİL BULUNMAMAKTADIR

Sayın Savcıların bu iddiasını ait bir delil bulunmamaktadır. Ancak çok basit bir şekilde bir arama yapılsa FETÖ terör örgütüne karşı verdiğimiz mücadeleyi, hem de 17/25 Aralık baz alınmadan 2007 yılından itibaren çok net şekilde görülürdü. Fetö üyesi kişileri yazdığımız için yazılarımız engellendi ve şu anda halen tazminat davasında yargılanmaktayım. Beni şikayet eden şahıs dava görülürken FETÖ’den tutuklanmıştır. Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü hakkımda FETÖ/PYD, Bylock, 15 Temmuz öncesi, sonrası tüm gerekli araştırmaları yapmıştır.

Bu durumda MİT’in Libya’da görev yaptığını ilk duyuran kişi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. 2937 sayılı kanuna göre Cumhurbaşkanı suç mu işlemiştir? Kanunda “Cumhurbaşkanı” hariç diye bir ibare var mıdır? Bizler MİT’in nerede görev aldığını nasıl bilebiliriz?”

ADALETİN KIRINTISI YOK

TELE1’e açıklama yapan CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal tutuklamaların hukuksuz olduğunu belirterek, “Bu ülkede adaletin kırıntısı yok. Eğer olsaydı bugün bu tutuklamalar yapılmazdı. Hukuk fakültelerinde tutuklamaların istisnai durum olduğu, genel kuralın tutuksuz yargılama olduğu anlatılır. Tüm dünyada da bu uygulama böyledir ama Türkiye’de tam tersi bir uygulama var. Genel kural tutuklama, istisnai durum tutuksuz yargılama olarak işliyor. Türkiye’de gariplikler bununla da kalmıyor. İnsanlar tutuklandıktan sonra iddianameler düzenleniyor. Delili bulunamazsa bile sırf devlet tazminata mahkum olmasın diye uyduruk bir suç yapıştırılıyor” dedi.

İKTİDARIN GAZETECİSİ OLMAZ

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın şehitler tepesi boş kalmayacak açıklamasına değinen Tanal, “Cumhurbaşkanı çıkacak şehitler tepesi boş kalamaz diyerek Libya’ya asker gönderecek kaymakam şehidin cenazesine katılacak ama basın bunu haber yapmayacak. Basın neden var o halde? Basın halkı bilgilendirmek için var. İktidarın basını olmaz. İktidarın gazetecisi olmaz. Halkın gazetecisi olur. Gazeteciler halka haber vermek için vardır. Gazetecilerin görevi halkı uyarmak iktidarları uyarmaktır” ifadelerini kullandı.

Davanın siyasi bir dava olduğunu belirten Tanal, “Bu davanın sonucunda mutlaka tahliye çıkacak. İçi boş bir dava. Bu dava hukuki bir dava değil, bu dava siyasi bir dava” diye konuştu.

 

AYDIN KESER’İN SAVUNMASI

İddianamede 23 Şubat’ta yayınlanan haberimizle 24 Şubat’ta yayımlanan haberler nedeniyle cezalandırılmam isteniyor. Bu suçlamaları kabul etmiyorum. Bu haber özel bir kasıtla değil, haber verme saikiyle, çok sayıda haberler derlenerek yapılmıştır.

Açık kaynaklardan elde edilmiştir bu haberin içeriği. Haberde yaşamını yitiren kişinin MİT mensubu olduğu yazılmamıştır. Haberin içeriği daha önce yayımlanan haberlerden derlenmiştir. Bu suçlamaların hukuki ve maddi dayanağı da yoktur. Dört aydır cezaevinde ve tecritteyim

Bu süreçte eşimi yalnızca bir kere gördüm o da kapalı görüştü. Çocuğum ve eşim bu durumdan maddi ve manevi olarak etkilenmiştir. Tutuklanmadan önce kalple ilgili yarım kalan tedavim vardı.

Doktora gittim cezaevinde, hastaneye gitmem gerektiğini söyledi ancak pandemi nedeniyle gidemedim. Tahliyemi ve beraatımı talep ediyorum.

MB: İfadenizde önce Ferhat Çelik’in haberin yapılacağından haberi vardı demişsiniz, daha sonraki ifadenizde ajanstan gelen haber geçmişiz demişsiniz. Hangisi doğru?

AK: İkinci ifadem doğru. Sorumlu yazı işleri müdürü olmam nedeniyle yasal sorumluluğu üzerime aldım.

M.B.: Haberlerin yayınlanmasına kim onay veriyor?

A.Keser: Biz günlük olarak gazetemizi yayına hazırlarız. Yayına hazırlanan haberler de internet sitesinde yayınlanır. Bir onay mercii yok gazetede.

Üye hakim (ÜH): “İçeriğe nasıl ulaştığımızı hatırlamıyorum” demişsiniz. Haber size nasıl ulaştı?

A.Keser: Editör nasıl ulaştı bilemem. Onun bağımsızlığına müdahale edemem.

FERHAT ÇELİK’İN SAVUNMASI

“Dört aydır tecrit altında olduğumuz için konuşmayı unuttuk, dilim sürçerse affola. Gazetecilik öyle bir hale geldi ki medyanın yüzde 95’in iktidarın hakimiyeti altında. Diğer yüzde 5 de muhalif yayın yapmayan çalışıyor.

Örneğin İzmir’de bir camide marş okunuyor. Böyle olduğunda sorumlular bulunur, kadın cinayeti olur faili konuşulmaz. Dolayısıyla gazetecilik ters yüz edildi biraz.

Bir ülkede Cumhurbaşkanı Libya’da birkaç tane şehit var diyorsa, gazeteci merak eder. İnsanın aklına yurtdışında bir şehit olduğu için doğrudan asker geliyor. “Sosyal medyada yakınları paylaşım yapıyor, fotoğraflar paylaşılıyor. Gazeteci açık kaynaklardan tarama yapar.

Bilgiye ulaşınca mantığa oturuyorsa doğrudur dersin, bunu yapmak için talimat almam gerekmez. Eğer Cumhurbaşkanı birkaç tane şehit var diyorsa o kadarla yetinmen gerek. Bu nasıl bir gazetecilik?

O dönem kimi gazeteler de bu iddiayı haberleştirdi. Birkaç tane şehidin kim olduğu da o zaman belli değil. Bizim iki haberimiz suçlama konusu.

Bir tanesi basılı gazetede, bir tanesi internet sitesinde yayınlandı. Ancak savcı diyor ki ilk olarak Yeni Yaşam gazetesi basılı gazetede yayınlamıştır.

Odatv’nin haberinin tamamı iddianamede. Ancak bizim haberlerin içeriği yazmıyor yalnızca başlıklar verilmiş. Haberin içeriğinde ne vardı peki?” Haberi okuyan F.Çelik, haberin içeriğinin “iddia edildi, öne sürüldü” gibi ifadeler barındırdığına vurgu yaptı.

Yeni Yaşam gazetesi, P24 ve Yeniçağ gazetesinde yazılanları derlemiştir. Onları hedef göstermiyorum, gazetecilik yapmışlardır.

Haberlerimiz iddianamede yer almamış, muğlak ifadelerle suçlama yöneltilmiştir. Bizim suçlamalara karşı yaptığımız savunma da yer almamış. “Biz İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği tarafından önce serbest bırakıldık.

Kararda haberin daha önce yayınlandığı gibi gerekçeler vardı. Sonra hakkımızda yakalama kararı çıkarıldığını öğrendik. Tutuklanacağımı biliyordum. Haberimin arkasında duruyorum. Haber ortada. İnsan sormadan edemiyor: Her şey ortadayken biz neden hedef alındık?

MİT Kanunu gazeteciliğin elini kolunu bağlıyor. Ben önceden bilemem kim MİT mensubu kim değil. Açık kaynaklardan kopyala-yapıştır şekliyle aldığım haberler nasıl casusluk yapmış olabilirim?

Devletin gizli kalması gereken bir bilgiyse bu, savcılık haberden sonra neden 12 gün bekledi bizi ifadeye çağırmak için?

Herkes MİT mensubu olabilir. Ben bir haberi yaparken sen MİT’çi misin diye mi sorayım? Biz bu haberi yayınlarken bu insanların kimlik bilgilerinden bihaberiz. Gizli kalması gereken bilgi nedir bunu da söylemiyor iddianame.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Libya’da olduğu bilgisiyse bu gizli bir bilgi değil. Bu bilinen bir şey. Erdoğan bizzat kendisi söylüyor MİT’in orada olduğunu.

Biz gazetecilik yapıyoruz, bir kamu görev yapıyoruz. Talimat almayız. Bu işe başlarken Musa Anter, Hrant Dink, Metin Göktepe gibi isimlerden feyz aldım. Bir ifşa kastımız yok.

Bu haberden sonra Ümit Özdağ, MİT mensubu olduklarını açıklamış. Manisa’daki cenazeye MİT çelenk yollamış. Kimse orada herhangi bir önlem almamış.

Dört yıl da gerekirse yatarız. Basın şehitlerinin anısına ses çıkarmam. Ama bu ülke kaybediyor. Basın özgürlüğü endeksinde son sıralardayız. Bana kişisel olarak ne kaybettirecek? Böyle küçük bir olaydan, böyle büyük bir suç yaratmak doğru değildir.

Vicdanlarda zaten beraat etmişiz, özgürüz. Mahkemeye düşen de bunu hukuken tasdiklemek. Bunun haber olduğunu, ifşa kastının olmadığını size sunuyorum”

Duruşma Çelik’in sorgusuyla devam etti.

M.B.: “Haberlere onay verme yetkim yok” demişsiniz doğru mu?

F.Çelik: Evet, özel haber olur o zaman ben de bakarım. Açık kaynaklardan gelen haber için kimse girelim mi diye sormaz.

F. Çelik: Önceden yayınlanmış haberlerle ilgili bunu girelim mi diye sorulmaz.

M.B.: Bu haberin yayınlanmasında sizin nasıl bir dahliniz oldu?

F.Çelik: Bu gazetede yayınlanan her haberde benim sorumluluğum var. Günde onlarca haber geliyor, hepsini görme şansım yok ancak arkasındayım. Benim haberim olmadan da haberler yapılabilir.

ÜH: Genel Yayın Yönetmeni olduğunuz sitenin ve gazetenin haberlerine müdahale etme imkanınız var mı?

F.Çelik: Dönem dönem müdahale yetkim vardır. Başlık değiştirme vs. gibi konularda.

Avukat Özcan Kılıç: Bu haberi yaptıktan sonra mahkemeden, MİT’ten veya başka bir devlet kurumundan tekzip metni gönderildi mi?

F.Çelik: Hiçbir dönüş olmadı.Okurdan bile tepki çekmedi. Soruşturma açılmasaydı haber dikkat bile çekmeyecekti. Şimdi tüm Türkiye öğrendi kimliklerini.

HÜLYA KILINÇ’IN SAVUNMASI

20 yıllık deneyimli bir yerel gazeteciyim. Hayatımda ilk defa böyle ağır bir suçlama ve ilk defa ağır ceza mahkemesi karşısında bulunuyorum.

03.03.2020 tarihinde imzamla yayınlanan haberde “MİT görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıkladığım, yayınladığım, yaydığım ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve unvanlarıyla birlikte ifşa ettiğim” suçlamasını kabul etmiyorum.

İddianamede haberi yapmam için; şehidin defnedildiği yere gitmem, yörenin muhtarı, aza, Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisi ve şehidin ailesiyle olan görüşmelerim gizli, gizemli ve suç işlemek amaçlı faaliyetler olarak anlatılmaktadır. Bu anlatımın gerçekle ilgisi yoktur.

Soruşturma aşamasında gerek savcılık, gerekse sulh ceza hâkimliği ifadelerimde; haberi yapmak için şehidin defnedildiği yere gittiğimi, kimlerle görüştüğümü, haberin detaylarını nasıl ve kimlerden öğrendiğimi, şehidin mezarının fotoğrafını çektiğimi, sosyal medyada araştırma yaptığımı, haberde kullanılan diğer fotoğrafları nasıl temin ettiğimi, haberi ne zaman ve nasıl hazırladığımı, kime gönderdiğimi detaylı olarak anlattım.

“HER ŞEHİT HABERİNDE ANNELERİN ACISINI YÜREĞİMDE HİSSEDERİM”

Soruşturma aşamasındaki ifadelerimde yalnızca görüşme yaptığım muhtar ile törende haberde kullandığım iki fotoğrafı aldığım Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisinin adını söylemedim.

Bunun sebebi; Ben gazeteciyim. Basın Kanununa göre “Gazetecilerin haber kaynaklarını açıklamama “ hakkına sahibim. Haber kaynağımı açıklamak istemedim.

Üstelik bu kişilerin, Şehidin cenazesiyle ilgili hazırladığım haber için, bana verdikleri bilgiler görevleri gereğiydi. Biri muhtar, diğer basın bürosu görevlisiydi. Açıkçası, haber hakkında soruşturma yapılması üzerine, benim yüzümden soruşturmaya dahil edilmelerini istemedim.

Bu nedenle Muhtar Cemali Merter ve Akhisar Belediyesi Basın Bürosu görevlisi Eren Ekinci isimleri haricindeki verdiğim ifadelerim doğrudur. Aynen tekrar ediyorum.

Bir gazeteci olmamın öncesinde bir kadın ve 17 yaşında bir erkek çocuk annesiyim ve her şehit haberinde, çocuğunu kaybetmiş annelerin acısını her anne gibi yüreğimde hissederim. Libya’daki şehitlerimizin olduğunu duyduğumda da bir anne olarak aynı acıyı hissettim

Libya şehitlerinden birinin Manisalı olduğu ve askeri tören yapılmadan defnedildiğini günler sonra köy muhtarının sosyal medyada yapmış olduğu bir paylaşımından öğrendim ve çok şaşırdım.

Bir şehit için askeri tören yapılmaması gazetecilik açısından haber değeri taşıyan önemli bir olaydır. Hangi rütbede olursa olsun memleketi için hayatını feda eden her insan değerlidir ve bu değerle uğurlanması gerektiğini düşünürüm.

Hayatını vatanı için veren bir şehide askeri tören yapılmamasının haber değeri olması nedeniyle haberi hazırlamak istedim.

“ŞEHİDİN ASKER OLDUĞUNU SANIYORDUM”

Haberle ilgili araştırma yaptım. Muhtar, sosyal medyada yaptığı paylaşımda nerenin muhtarı olduğunu yazmıştı. 29 Şubat 2020 tarihinde köy muhtarının telefonunu buldum ve Muhtarı aradım. Muhtara yaptığı paylaşımı sordum ve paylaşımdaki bilgileri sordum.

Muhtar, “Libya Şehidinin köylerinden olduğunu, askeri tören yapılmadığını” söyledi. “Konuyu haber yapmak istediğimi” söyleyince “Köye gelmem durumunda bana yardımcı olacağını” söyledi. Cenazede fotoğraf çekip çekilmediğini sordum.

Cenazeye katılan birçok insanın fotoğraf çektiğini ve bana bulabileceğini söyledi. Geleceğim zaman kendisini arayacağımı söyleyerek telefonu kapattım. Pazartesi günü sabah yola çıkmadan Odatv’den Barış Pehlivan’a mesaj yazarak “Libya şehidinin Manisa’nın bir köyünden olduğunu ve askeri tören yapılmadan defnedildiğini öğrendiğimi, haberi yayınlamak isterlerse haberi araştırabileceğimi” söyledim.

Barış Pehlivan; “Haberi yayınlayabileceklerini, şehidin mezarının fotoğrafını çekebilirsem habere ekleyebileceğimi” söyledi. Barış Pehlivan’la da, Muhtarla da yaptığım görüşmelerde şehidin asker olduğunu sanıyordum.

Gerek Pehlivan’la gerek muhtarla olan görüşmelerimde haber konusu “Libya’da şehit olan asker” ve “şehitle ilgili askeri tören yapılmamasıydı.”

Akhisar’a otobüsle giderken köy muhtarını aradım ve köye gelmek için yolda olduğumu, önce mezarlığa gitmek istediğimi belirterek, mezarlığa götürüp götüremeyeceğini sordum. Muhtar da “Köy kahvesini işlettiğini, işi olduğu için beni başka birisiyle gönderebileceğini” söyledi.

Köye ulaştığımda kahvehaneye gittim. Muhtarla ve muhtarın yanındaki Aza ile tanıştım. Muhtarla ayaküstü biraz görüştükten sonra, Muhtar, Azanın beni mezarlığa götürebileceğini söyledi. Aza ile köy mezarlığına gittim. Mezarlıkta şehidin mezarının fotoğrafını çektim.

Mezarın üstünde şehidin ismi yazılı değildi. Azaya “Şehidin ismi yazılı değil?” diye sorduğumda Aza da; “Mezarın çok yeni olduğunu, mezar yaptırılırken yazılacağını” söyledi.

Aza ile cenaze töreni hakkında konuştuk. Aza, cenaze törenine belediye başkanı, kaymakam, bir milletvekili ve siyasi parti ilçe temsilcilerinin katıldığını söyledi. Askeri tören yapılmadığını söyledi.

Mezarlıktan ayrılırken Azaya, “Kabul ederlerse şehidin ailesiyle görüşmek istediğimi” söyledim. Bunun üzerine Aza, şehidin babasını telefonla aradı. “Gazeteci olduğumu, şehidin cenazesi hakkında haber yapmak için köye geldiğimi, şehidin ailesiyle de görüşmek istediğini” söyledi.

Baba, beni kendi evine davet etti. Aza ile birlikte şehidin evine gittik. Aza dışarıda bekledi, ben evin içine girdim. Evde, Şehidin annesi, akrabaları ve komşuları vardı. Çok ağır ve çok üzücü bir ortam vardı. Baş sağlığı dileklerimi ilettim.

Çok üzülmüştüm. Biraz oturduktan sonra zar zor konuşarak “Manisalı olduğumu, gazeteci olduğumu, şehidimizle ilgili haber yapmak istiyorum, bir şeyler söylemek ister misiniz?” dedim. Şehidin annesi açıklama yapmak istemediğini söyledi. Bir anne olarak ben de çok kötü olmuştum.

Biraz oturduktan sonra tekrar başsağlığı diledim ve evden ayrıldım. Dışarda bekleyen Azaya şehidin babasının evde olmadığını söyledim. Aza, babanın okulda çalıştığını söyledi. Azaya “Müsaitse, Babası ile de görüşmek isterim” dedim. Aza, Şehidin babasını aradı.

Baba bizi yanına davet etti. Biz Azayla okulun bahçesine gelmek üzereyken, şehidin babası motosikletiyle gidiyormuş, Aza görüp tekrar babayı aradı. Şehidin babası yanımıza geldi. Tanıştık. Başsağlığı diledim. “Allah’ın yazdığı kaderi böyleymiş” dedim.

Gazeteci olduğumu, cenazeyle ilgili haber yapmak istiyorum, bir şeyler söylemek ister misiniz?” dedim. Haber için özel bir açıklama yapmak istemedi. Ancak ayaküstü bir süre sohbet ettik.

Çok acılı olduğunu, kafasını dağıtmak için hemen işe başladığını, kendisini öyle avuttuğunu söyledi. Oğlunu nasıl yetiştirdiğini, nasıl birisi olduğunu, en son telefonla kiminle konuştuğunu” anlattı.

“CENAZENİN VATANDAŞLARCA TAŞINDIĞINI GÖSTEREN FOTOĞRAFI HABER DEĞERİ OLDUĞU İÇİN KULLANDIM”

Muhtara “Şehit MİT mensubu mu?” diye bir soru sormadım ve bu konuda ısrar etmedim. Şayet Muhtara “Şehit MİT mensubu” olduğu şeklinde ısrar etseydim, Muhtar Şehitle ilgili paylaşımları hemen kaldırma yoluna giderdi. Oysaki ifademin alındığı 05.03.2020 tarihinde Muhtarın paylaşımları halen açıktı ve silinmemişti. Daha sonra paylaşımlarını silmiş.

Bu araştırmam sonucunda şehidin MİT personeli olduğunu öğrendim. İnternette yaptığım araştırmada şehidin adı, soyadı, fotoğrafı, MİT’te çalıştığı, Libya’da şehit olduğu, ‘Teşkilat Başkanı” yazılı çelengi, cenazenin vatandaşlarca taşındığı, cenazeye katılan belediye başkanı, milletvekili, siyasi parti ilçe başkanlarının katıldığı fotoğrafları gördüm. Özellikle muhtarın paylaşımlarının altında yüze yakın yorum, fotoğraf ve cenazede çekilmiş kısa bir video gördüm.

Gerek internette yaptığım araştırmada, gerekse muhtarla, azayla ve şehidin ailesiyle yaptığım görüşmelerde; cenaze töreninde fotoğraf çekilmemesi, görüntü alınmaması, cenazeye katılanların fotoğraflarının çekilmemesi, ilgisiz kişilerin cenazeye katılmaması gibi herhangi bir tedbirin alınmadığını, bu konuda herhangi bir engelleme kararının da olmadığını gördüm. Eğer cenazede tedbir alınsaydı veya şehitle ilgili haberlere erişimin engellenmesi kararı olsaydı, sosyal medyada gördüğüm paylaşımlar yapılmazdı, yapılanlarsa kaldırılırdı diye düşündüm.

Şehidin cenazesinde çekilen fotoğraflar gizlice çekilmemiştir. Haberde kullanılan iki fotoğraf Akhisar Belediyesi Basın Bürosundan temin edilmiştir. (Bunu Savcılık da doğruluyor, ama yine de suçlama yapmaya devam ediyor.)

Cenazenin vatandaşlarca taşındığını gösteren fotoğraflar haber yayınlanmadan önce sosyal medyada mevcuttu.

Cenazenin taşındığı fotoğraflarda cenazeyi taşıyan köylüler ve şehidin akrabaları görülmektedir. Bu fotoğrafa iddianamede iddia edildiği gibi MİT Mensuplarını deşifre etmek amacıyla haberde yer vermedim. Cenazenin vatandaşlarca taşındığını gösteren fotoğrafı haber değeri olduğu için kullandım.

Sonuç olarak; MİT görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıkladığım, yayınladığım, yaydığım ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve unvanlarıyla birlikte ifşa ettiğim iddiası doğru değildir.

Yaptığım gazetecilik işi, İddianame de, gizli, gizemli, suç işlemek amacıyla yapılmış gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Bu iddialar doğru değildir.

Ben, Şehidimizin Manisa’da defnedilmesini ve resmi tören yapılmadığının haberini yaptım. Yaptığım iş gazeteciliktir. Haberi hangi gözle, hangi bakış açısıyla okursanız okuyun, bu haberin yalnızca ve yalnızca Şehidimizin Manisa’da defnedilmesini ve resmi tören yapılmadığına ilişkin olduğu açıkça görülmektedir.

Bu haberin “MİT görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamak, yayınlamak, yaymak, MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve unvanlarıyla birlikte ifşa etmek” amacıyla hazırlandığı iddia etmek makul, mantıklı ve hakkaniyetli değildir.

Eğer cenazenin köylülerce taşındığını gösteren bu fotoğrafla MİT personelini deşifre etmek amacım olsaydı, haberin içeriğinde de “cenaze şehidin mesai arkadaşları tarafından taşındı” “cenazeye MİT personeli de katıldı” gibi ibareler veya imalarda olurdu. Haberde böyle bir şey var mı? Yok. (Haberde olan şey, “cenazenin vatandaşlarca taşınması”dır.)

Yani “Bu fotoğrafta MİT personeli var” diye deşifre eden ben değilim, tabi doğruysa, bu deşifreyi Savcılık yapıyor. Suçlanan ben oluyorum. Bu suçlama adil ve hakkaniyetli değildir.

Teşkilat Başkanı yazılı çelenk haberin yayınlandığı 03.03.2020 tarihinden çok önce sosyal medyada yer almıştır. Bu fotoğrafın haber değeri vardır.

Benim bu fotoğrafa bakarak, bu fotoğrafta MİT personelinin olduğunu tahminine ulaşabilmem imkânsızdır. Şayet; cenazeye MİT personelinin de katıldığı gerekçesiyle, şehidin cenaze töreninde fotoğraf, görüntü alınmayacağı, cenazeye tanınmayan kişilerin katılmayacağı şeklinde açıklamalar yapılsaydı veya bu yönlü tedbirler alınmış olsaydı ve sosyal medyada yer alan yüzlerce fotoğraf, haber, yorumlara erişim engellenmiş olsaydı, bu durumda “Evet, bu fotoğraftakiler arasında MİT personeli de olabilir” diyerek bu fotoğrafı kullanmazdım.

Haberin içeriğine bakıldığında, cenazenin taşındığı bu fotoğrafta MİT personelinin de bulunduğunu çağrıştıracak herhangi bir iz, işaret, ibare vs hiçbir şey bulunmamaktadır.

Şehidin mezarına ait fotoğraflar yine haberin yayınlandığı 03.03.2020 tarihinden çok önce sosyal medyada yer almıştır. Bu fotoğrafların da haber değeri vardır.

İddianamede Akhisar Belediyesi Basın Bürosundan aldığım fotoğraflar gizlice yapılmış bir iş gibi gösterilmektedir. Uygun görürseniz bu konuyu da açıklamak isterim. Basın Bürolarının görevi; sorumluluk alanlarında meydana gelen olay ve gelişmelerle ilgili gazetecilere bilgi vermek ve gazetecilere yardımcı olmaktır. Bu nedenle yerel gazeteciler görevlerini yaparken, basın bürolarından haberle ilgili bilgileri ve fotoğrafları alırlar. Benim yaptığım da budur.

 

“DEŞİFRE AMACIM OLSAYDI  ÇOK DAHA FARKLI BİR HABER YAZARDIM”

20 yıllık gazeteciyim. Daha önce de defalarca şehit cenazesi haberi yaptım.

Hazırladığım haberde; şehidin kimliğini, ailesini, görevini ve diğer MİT personelini deşifre etmedim. Haberde çok özenli ve dikkatli bir üslup kullandım. Eğer deşifre amacım olmuş olsaydı, şüphesiz çok farklı bir haber hazırlardım ve çok farklı cümleler kullanırdım.

Şehidin ailesinin ve akrabalarının incinmemesi için hem haber öncesi görüşmemde, hem de haberi hazırlarken çok dikkat ettim.

Ben yalnızca gazetecilik yapmak, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla haberi hazırladım.

Tekrar ediyorum. Haberin amacı “Şehidimizin Manisa’da defnedilmesi ve şehidimize hak ettiği resmi törenin yapılmaması”dır.

Suç teşkil eden herhangi bir fiilim yoktur.

Suç işleme niyet ve kastım bulunmamaktadır.

Suç işlediğime inanmıyorum. (Yalnız ben değil, beni tanıyan, olayı inceleyen vicdanı olan ve makul akla sahip hiç kimsenin de benim suçlu olmadığım konusunda hemfikir içerisinde olduklarını biliyorum.)

Ben de herkes gibi, bu suçlamanın Odatv’nin “fincancı katırlarını ürkütmesi” nedeniyle yapıldığını düşünüyorum. Umarım yanılırım.

Mahkemenizden tutukluluğumun kaldırılmasını ve beraatimi talep ediyorum.

BARIŞ PEHLİVAN’IN SAVUNMASI

Sayın Başkan, Değerli Üyeler… Bundan yüzyıllar önce, dünyanın birçok yerinde mahkumlara azap çektirme törenleri yapılırdı. Kişi önce halkın önünde suçunu itiraf eder, sonra vücudu dört ayrı ata çektirilerek parçalanır, yakılır, kül hale getirilirdi

Neyse ki artık modern hukuk sistemi var, rahat olalım değil mi? Ancak Sayın Heyet… Bu davanın soruşturma sürecinde yaşadıklarımızı düşününce benim aklıma hep o sahneler geliyor.

Vücut yerine aklın, belleğin ve dolayısıyla gerçeğin nasıl parçalanmaya, nasıl yalan rüzgarında savrulacak kül haline getirilmeye çalışıldığını gördüm.

George Orwell’ın bir sözü var: ‘’Geçmişi denetim altına alan, geleceği de denetim altına alır. Şimdiyi denetim altına alan, geçmişi de denetim altına alır’’ Bizi bu sanık sandalyesine oturtanların temel motivasyonu da işte bu söz.

O halde bana düşen; şimdiyi anlamak ve geleceğimizi kurtarmak için geçmişi doğru anlatmaktır. Bunu da yok etmek istedikleri aklımıza, belleğimize ve gerçeğe sahip çıkarak yapacağım

Bundan 9 yıl önceydi. Yine tutukluydum. İlk duruşmaya günler kala, televizyonda bir son dakika haberi vardı. Kaşif Kozinoğlu ölmüştü. Kozinoğlu MİT’in Asya Bölgesi başmüşaviriydi.

Hayatımda ilk kez televizyonda yüzünü gördüğüm Kozinoğlu, genel yayın yönetmeni olduğum Odatv’ye bilgi/belge sızdırdığı iddiasıyla tutuklanmıştı. Ve savunmasını dahi yapamadan, çok şüpheli şekilde Silivri’de hayata gözlerini yumdu.

O zamanki Odatv davasının sanıklarının ortak yönü; Fethullah Gülen’in ve örgütünün içyüzünü herkes korkarken deşifre etmesiydi. Bizleri içeri atanlara inat, kimlerin tutuklanacağının ABD’li diplomatlara önceden söylendiğini ortaya çıkaran ‘’Sızıntı’’ adlı kitabı yazdık.

“BİZ YİNE GAZETECİLİK YAPTIK, ONLAR YİNE HUKUKSUZLUK”

Barış Terkoğlu ile o kitabı yazdığımızda 7 Şubat MİT Krizi bile daha yaşanmamıştı. 19 ay tutuklu kaldım, beraat ettim. Cezaevinden çıktıktan sonra avukatlarımla birlikte savcılığa başvurduk ve şunu istedik:

Bilgisayarlarımıza Kozinoğlu’ndan gelmiş gibi gizlice yüklenen MİT raporlarını kim koydu? Kozinoğlu’nu öldüren, bizlerin aylarını/yıllarını cezaevinde geçirmemize neden olan o MİT belgelerinin kimin tarafından hem evimize hem ofisimize girerek yüklenildiğini bulun, dedik. Bu şikayetimizin üzerinden yıllar geçti. Bulunmadı, belki de araştırılmadı bile…

Sayın Başkan, Değerli Üyeler…. 9 yıl önceki Odatv davasında; Fethullahçılar bilgisayarımıza MİT belgelerinin yanı sıra sahte dokümanlar da yerleştirmişti. Kendi yazdıkları gerçek dışı örgüt talimatları üzerinden, haberlerimiz suç olarak gösterilmişti.

Tarihin tekerrürüne bakın ki; o davada ‘’Halkı kin ve düşmanlığa tahrik’’ ile suçlanmama delil neydi biliyor musunuz? Odatv’de yaptığımız şehit cenazesi haberleri!

Ne acı! Aradan 9 yıl geçti, ben yine şehit cenazesi haberi ile tutukluyum. Neyse ki; Fethullahçılar gibi bilgisayarıma belge yüklemediler, direkt haberi suç delili yaptılar, diye sevinmeli miyim üzülmeli miyim? Geleceğiz bugüne… Ama dedim ya; neden bugün burada olduğumuzun izi yakın geçmişte.

Cezaevinden çıkınca tüm dünyada Fethullah Gülen’in izini sürdük. Afrika’dan Avrupa’ya onlarca ülkede Fethullahçıların nasıl bir casusluk örgütü kurduğunu ‘’Mahrem’’ adlı kitabımızda ortaya koyduk.

Kitabımızdaki uyarıları dikkate almak yerine, satış sayfalarına ve reklamlarına mahkeme kararıyla yasak getirdiler. Biz yine gazetecilik yaptık, onlar yine hukuksuzluk.

“LİBYA’DA MİTİN GÖREV YAPTIĞINI İLK ERDOĞAN SÖYLEDİ”

Haklarını yemeyelim; ‘’Mahrem’’ kitabını örgütü anlamak için FETÖ davalarına delil olarak koyan savcılar da oldu bu topraklarda, bir nebze katkımız olduysa bu hain örgütle mücadeleye ne mutlu bize!

Ve maalesef haklı çıktık. 15 Temmuz oldu. İsmimiz darbe sonrası infaz edilecekler listesinden çıktı. Şimdi tam burada bir virgül koyacağım… Ve bugüne geleceğim.

Sayın Başkan, Değerli üyeler… Size özet bir kronoloji sunacağım. Sunacağım ki, bize isnat edilen suçlamanın temelsiz olduğunu hep birlikte anlayabilelim.

Tarih: 3 Ocak 2020. Resmi Gazete ’de yayımlanan kararla TSK Libya’da görev yapmaya başladı. Bu tezkerenin üzerinden 3 gün geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan MİT’in yeni hizmet binasının açılışında canlı yayında konuştu.

Onlarca TV kanalının 6 Ocak’ta yayınladığı bu açılışta, Erdoğan aynen şöyle dedi: “MİT Libya’da üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getiriyor.’’ Böylece, ilk Erdoğan’dan öğrendik; Libya’da MİT’in de görev yaptığını.

Tarih: 19 Şubat 2020 Libya’da şehitlerimiz olduğuna dair haberler sosyal medyaya fotoğraflarıyla birlikte düşmeye başladı. Aynı gün Manisa’daki muhtar Cemali Merter, şehidimizin adını ve soyadını, babasının adını ve soyadını, cenazenin ne zaman nereye defnedileceğini ilk kez yayımlanan fotoğrafıyla herkese açık / herkes tarafından görülecek şekilde sosyal medyada paylaştı.

Yine aynı muhtar bir paylaşım daha yaptı. Hem kendi mahallesindeki şehidin hem de diğer şehidin farklı fotoğraflarını, üstünde ‘’Libya görevi şehitlerimiz’’ yazan, isimlerinin-soyadlarının ve doğum tarihlerinin olduğu bir görsel paylaştı.

Tarih: 22 Şubat. Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Libya’da birkaç tane şehidimiz var’’ açıklaması yaptı. Aynı gün… Sosyal medyada şehitlerin isimleri, fotoğrafları ayrıntılarıyla defalarca paylaşıldı.

Tarih: 23 Şubat. Şehitlerimizden diğerinin devre arkadaşları tarafından yapılan açıklamada, cenazenin nereye defnedildiği ve kendilerinin de katıldığı, cenazeden bir çelenk karesiyle duyuruldu.

Hatta o ildeki cenazeye MİT Başkanı Hakan Fidan’ın da katıldığı iddiası haber sitelerinde yazıldı.

Tarih: 24 Şubat. Bazı internet sitelerinde şehitlerin özgeçmişleri ve MİT’te ne kadar süredir çalıştıkları haberleştirildi.

Tarih: 25 Şubat. İYİ Parti Milletvekili Ümit Özdağ Meclis’te bir basın toplantısı yaptı. Milletvekili Özdağ, milyonlarca kişinin takip ettiği sosyal medya hesaplarında da yayımlanan açıklamasında; Libya şehitlerinin kimliklerini, MİT mensubu olduklarını, nasıl şehit olduklarını ayrıntılarıyla anlattı. Bu açıklama onlarca haber sitesinde ve ertesi gün de gazetelerde yer aldı.

İşte tüm bunlar bittikten, tüm bu saydığım bilgiler ve fotoğraflar alenileştikten, yani tüm bu içerikler milyonlarca kişiye ulaştıktan… Tam 1 hafta sonraya gideceğiz. Ama öncesinde kısa bir bilgilendirme yapmalıyım.

OdaTv kadrolu editörlerinin yanı sıra, Türkiye’nin dört bir yanında birçok gazetecinin gönüllü olarak emek vermesiyle 13 yıldır yayın hayatına devam ediyor.

Bir araya hiç gelmediğimiz birçok yerel muhabir, hem çok daha geniş kitlelere hitap ettiği için, hem yerel yayın organlarında haberlerine yer verilmediği için, hem de yandaş değil objektif gazetecilik yapıldığı için OdaTv’ye haber gönderir.

Biz de o haberlerden uygun gördüklerimizi okurla buluştururuz. İşte bugün sanık sandalyesinde oturan meslektaşım Hülya Kılınç da, Odatv’ye gönüllü olarak haber gönderen yerel gazetecilerden biridir.

Kendisi Manisa’da deneyimiyle ve kaleminin namusuna sahip çıkmasıyla bilinen bir gazetecidir. Bir haber vesilesiyle, birkaç yıl önce internet üzerinden iletişime geçmiştik ama buluşmamız Çağlayan Adliyesi’ne nasip oldu.

Hülya Kılınç, Manisa’da yaşanan ama tüm Türkiye’nin ilgilenebileceği haberleri bize gönderir, biz de değerlendiririz. Libya şehitlerimize dair her bilgi ifşa olduktan 1 hafta sonrasındayız. 2 Mart Pazartesi sabah Hülya Kılınç’tan bir mesaj aldım. Hülya Hanım, Libya’da şehit olan askerlerimizden birinin Manisalı olduğunu söyledi ve cenazesine dair bir haberle OdaTv’nin ilgilenip ilgilenmeyeceğini sordu. Bakınız, Hülya Kılınç o anda şehidimizin sadece asker olduğunu düşünüyor ve bana da öyle iletiyor. Ben de ilgili haberi değerlendirebileceğimizi söyledim.

Yani haberin Hülya Hanım tarafından hazırlanmasına başlama anında MİT yok gündemimizde. Amacımız sadece şehit cenazesi haberi yapmak. Aynı günün akşamı Hülya Kılınç şehidin MİT mensubu olduğunu bana söyledi. Haberi hazırdı ama cenaze anından fotoğraf geleceğini belirtti. Ben de başka yerde yayımlanmayacaksa haberi ve fotoğrafı beklediğimi söyledim. Ertesi sabah, yani, 3 Mart Salı sabahı Hülya Kılınç bana haber metnini ve fotoğraflarını attı. Haberle hemen ilgilenmedim. Daha sıcak konular vardı gündemde. Akşama doğru haber metnini açtım.

Şehit MİT mensubu olduğu için ilk olarak, açık kaynaklardan bir de ben teyit etmek istedim. Muhtarın paylaşımı dışında başka nerelerde isminin geçtiğini internetten arattım. Amacım, daha önce nerelerde alenileşip alenileşmediğini bulmaktı.

Bu, benim habere dair yayın kararımı etkileyecekti. Açık ismini Google’da arattığımda, milletvekili Ümit Özdağ’ın basın toplantısının haberlerini ve videolarını buldum. Yani o anda, haberi yayınlamadan önce şehidin fotoğraflarını, isim ve soyadını, nasıl şehit olduğunu, MİT mensubu olduğunu, cenazeden bazı görüntüleri ayrıntılarıyla birçok yerde haber olarak gördüm.

Sayın Heyet… OdaTv’de bugüne kadar yüzbinlerce haber yayımladık. Bu nedenle birçok kanun gibi, MİT Kanunu’nu da biliyorum. Zaten haber öncesindeki bu ön ekstra araştırma da MİT Kanunu nedeniyleydi.

“BU BİLE GAZETECİLİK SAİKİYLE HAREKET ETTİĞİMİZİN KANITIDIR”

Bakınız… Çok basit bir denklem var: Hülya Kılınç ya da şehidimiz Manisalı olmasaydı, bu haber yapılmayacaktı. Keza, Odatv’de diğer MİT şehidinin cenaze haberi yok. Zira, o şehirde muhabirimiz yok…

Bu bile, bizim MİT mensubu ifşa etme gibi kastımız/planımız olmadığının, sadece gazetecilik saikiyle hareket ettiğimizin kanıtıdır.

Peki… Suç ile fiil arasında olması gereken zorunlu bağ bu davada yokken… Neden tutukluyum/tutukluyuz? Çünkü; fiilden ziyade failin hedef alındığı bir dava bu. Öyle ya: Yoksa, haberden haberi dahi olmayan Barış Terkoğlu niye sanık bu davada?

Bakınız… Bu kanun yürürlükteyken… Başka MİT mensuplarının cenazelerinden onlarca karenin yayımlandığı haberleri size göstereyim… (İHA,DHA, Sabah ve Milliyet, Kanal D yayınlarından MİT görevlilerinin cenazelerine, düğünlerine ilişkin haberlerden örnekler gösteriyor)

Hal böyleyken… Bu haberler, videolar, paylaşımlar yıllardır açık açık yapılıyorken… Onlara bir soruşturma dahi açmayan Türk yargısı, haberinde MİT Kanunu’na uymak için fevkalade hassasiyet gösteren Odatv’ye neden operasyon yaptı?

Evet, neden tutuklandık, neden ayda 10 milyon kişinin takip ettiği Odatv kapatıldı, neden 100 yıllık Gazi Meclis’te adımıza özel yasa çıkardılar, neden tecrit altındayız ve neden sanığız? Madem suç yok, yanlışlıkla mı oldu tüm bunlar?

Hayır, Sayın Heyet. Konuşmamın başında; ‘’malasef haklı çıktık, 15 Temmuz oldu’’ demiş ve virgül koymuştum. Şimdi noktaya doğru gidelim.

Bir gazetecilik terimini açıklamalıyım: Fikri takip. Özetle; daha önce yapılan bir haberin / işlenen konunun devamındaki gelişmeleri de araştırıp kamuoyunu bilgilendirmektir. O halde, 15 Temmuz’dan sonra gazeteci olarak bizim görevimiz şu soruların peşine düşmekti:

Darbe girişimi yargılamalarında neler yaşanıyor? Darbe girişimi sonrası devletteki FETÖ yapılanması temizleniyor mu? Tasfiye edilen FETÖ’cülerden boşalan devletteki koltuklara kim oturuyor?

Bu soruların yanıtı, bu örgütün bu topraklara ihanetini yaşayarak görmüş ve herkes korkarken yazan gazeteciler olarak bizim için önemliydi. Ve işte bu yüzden bu soruların yanıtını, hem Odatv’de hem de ‘’Metastaz’’ kitabımızda belgeleriyle yazdık.

Devletin haber ajansı takip bile etmiyorken, sabahın ilk ışıklarından gecenin geç saatlerine kadar darbe ve FETÖ davalarını takip ettik. Ve sonunda görülüyor ki… Dedim ya; ben şehidin mezar fotoğrafının üzerine saygısızlık olmasın diye logomuzu bile koymadım. Onlar ise şehidin mezarının üzerine basarak bize siyasi operasyon yaptılar.

Sayın Başkan, Değerli Üyeler… Bize sürekli dava açanlar, ölümle tehdit edenler, hapse atanlar şunu anlamıyor… Barış Terkoğlu ile yazdığımız Metastaz’ın birinci sayfasında, kitabımızı ithaf ettiğimiz iki kişi var:

“Adil bir gelecekte yaşamaları için Arya’ya ve Ali Derya’ya’’ Onlar bizim çocuklarımız. Biz, çocuklar adil bir gelecekte yaşasın diye bu çileli yolu seçtik. Ne kadar başarılı olduk ya da olacağız o gelecek için, ileride tarih kitapları yazar. Ama çocuğum yarın ‘’peki, o günlerde sen ne yaptın’’ diye sorarsa, başımı eğmeden gözlerinin içine bakıp anlatacağım bir mücadeleyi miras bırakmak istiyorum. Gerisi lafügüzaf.

BARIŞ TERKOĞLU SAVUNMA YAPIYOR

Öncelikle şunu söylememe müsaade edin. Bu davanın ille de bir yerinde olacaksam savcısı değil, sanığı olmayı tercih ederim. Bunun bir sebebi var. İnsan ancak kafasını kaldırıp ufka baktığı zaman dünyanın yuvarlak olduğunu görebilir. Ben de istikbale baktığımda bu davada verilecek mücadelenin, ülkemin adaletine katkıda bulunacağını ve yargının çürümüş dallarının budanmasına vesile olacağını görüyorum. Emin olun, bu baş aşağı duran fotoğraf düzeldiğinde, bu iddianameleri yazanlar kendilerinden öncekiler gibi işledikleri günahlarla anılacak! Ancak biz; bir fikirde, bir kelimede, bir harfte yaşamaya devam edeceğiz.

Biz, Odatv’nin gazetecileri, bu mahkemede sanık olmadan önce yıllarca böyle yaşadık. İktidar içindeki çetelerden beslenen sürülerin hakaretleriyle, tutuklayın çığlıklarıyla, ölüm tehditleriyle terbiye edilmeye çalışıldık. Sonumuzun El Kaidecilerin Charlie Hebdo dergisini katletmesi gibi olacağını söyleyen kamu görevlileriyle bile karşılaştık. Nihayetinde katillerin yapamadığı işe savcılar talip oldu.

Bundan dolayı dert yandığımı sanmayın. 1871’de kendi vatanının yandaş medyasında hain ilan edilen Victor Hugo, “insanın kendisine yapılan saldırıları okuması kendi dışkısını koklamasına benzer” diyor. Ben de içinde benden bir şey de olsa bu kokuyu sevmediğim için okumuyorum. Bu nedenle bir gazeteci uyarmasaydı fark etmeyecektim. İktidar içindeki çetelerin bir tetikçisi, bizim hapishane ile uslanmayacağımızı, Alman Devleti’nin Kızılordu Örgütü’ne yaptığı gibi, hapishanede katledilmemiz gerektiğini söylüyordu. Ne güzel fikir özgürlüğü! Katledilmiş bir kamu görevlisinin cenazesini haber yapmak müebbetlik, gazeteci katletme propagandası serbest!

Uzağa gitmeyelim. Bu hikâye bana Almanya’yı değil, bizden birini, Mithat Paşa’yı hatırlattı. Mithat Paşa bizim büyük bir reformcumuzdur. Halen hayatımızda olan Ziraat Bankası da meslek liseleri de onun eseridir. En önemlisi, Mithat Paşa demek Meşrutiyet demekti, Anayasa demekti. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde çadır mahkemesi kurdular, hükmüne idam yazdılar. Yapamayınca hapishanede gardiyanlarına boğdurdular.

Bunu şu nedenle anlatıyorum. Çadır mahkemesinde mahkeme reisi Mithat Paşa’ya “iddianameyi nasıl buldun” diye sorunca, Mithat Paşa “iki mahalini doğru ve sahih buldum” dedi. İki noktasını doğru bulmuştu. Biri başlangıçtaki besmele, öbürü sonundaki tarihti. Mithat Paşa “geri kalan yerleri yalan, yanlış ve tutarsızdır” diyordu.

Bir Mithat Paşa geleneği. Ben de bir iddianameyi elime alınca önce başına ve sonuna bakarım. Kendim için de öyle yaptım. Ve dedim ki “başı da sonu da yalan, yanlış ve tutarsız”.

Önce son sayfasından başlayayım…

İddianamenin sonunda, herkesin bildiği soruşturma savcısının yanında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan’ın ve vekili Hasan Yılmaz’ın imzalarını görünce şaşırmadım. Hatta “iddianamenin üzerindeki gölge mürekkebe bulanıp suretini göstermiş” diyerek üç imzalı bu iddianameye sevindim.

Açıp baktım. 7 Şubat’ta Hakan Fidan’ı tutuklamaya çalışarak MİT’e büyük kumpas kurmakla suçlanan eski yargı mensuplarının iddianamesinin altında tek bir savcı imzası var. FETÖ’nün polislerinin ve imamlarının MİT’e kumpasla suçlandığı iddianamedeyse iki imza. Zaman Gazetesi iddianamesi tek imzalı. TUSKON iddianamesi de, FETÖ Çatı Davası iddianamesi de tek savcının izini taşıyor. Peki bu işin sırrı nedir?

Sayın Heyet, Türkiye’de yaşanan sıradışılıkların sebebi sorulduğunda çoğu zaman verilen yanıt “devlet”tir. Oysa yakından baktığımızda müsebbibin “devlet benim” diyen çeteler, tarikatlar, ya da örgütler olduğunu görürüz.

Korkunun gerçeğin üstünü örttüğü dönemlerde devlet üniformasının içindeki bu oluşumları anlatmak zordur. Çoğunlukla bir grup öncü vitrine taş atmaya cüret eder. Yazı, haber ya da kitap; aydının yuvasındaki yılana attığı taştır. Çıkan yılan düşmanını sokarken varlığını da herkese gösterir.

FETÖ dönemi yargılanmamız böyleydi. Yargıda, poliste, orduda örgütlenmiş yapılanmadan söz edenlerin başına kötü şeyler geliyordu. 1. Odatv davasında yargılananların ortak özelliği FETÖ’yü deşifre eden eserleriydi. İşte buna diyalektik diyorlar. FETÖ’yü gösterenlerin tutuklanması FETÖ’nün görünmesine yaradı. Örnek olsun, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Fethullahçıların polisteki örgütlenmesine odaklanırken, Hanefi Avcı’nın kitap yüzünden tutuklanması kitabın tezini ispatladı.

Bu iddianamedeki imzalara gelirsek…

Biz Odatv’deki haberlerimizde, Barış Pehlivan ile yazdığımız kitaplarda, ben yazılarımda yargıdaki olağandışı işlerden bahsediyorduk. Adliyeleri esir eden grupların adaletin hükmünü değil, kendi özel gündemlerini icra ettiğini anlatıyorduk. Açık söyleyeyim, bizi cezalandırmak için sebep yaratılacağını biliyorduk.

İddianamede gördüğümüz ikinci ve üçüncü imzalar “biz de tam da bunu kastetmiştik” dedirtti.

Öte yandan bir şey daha var: Bizim duruşmaya çıkana kadarki hukuk serüvenimiz bir dizi olağandışılıklar içeriyor. MİT Kanununa dayanarak tutuklandık. Hem bugüne kadar bu kanunla ilgili uygulamalar, daha doğrusu “uygulamamalar”, hem de hukukçuların kamuya bildirdiği görüşler aynı şeyi söylüyordu. O da bu kanunun karşılığının hapisliği önemsiz kılacak kadar olduğuydu. Buna rağmen birileri bizim tutuklu yargılanmamızı istiyordu. Tabiri caizse hesabı peşin almak istiyorlardı. Olağandışılıklara bir gece yarısı komedisi eklendi. Dolandırıcılara ya da hırsızlara tanınan infaz indiriminden Meclis’e gece 3’te gelen kanunla muaf tutulduk. Türkiye’de halihazırda MİT Kanunundan yargılanan bizden başka kimse muhtemelen olmadığı için bu müdahale bizim için yapılmıştı. Ancak yeni düzenleme yine de 3 yıl hapse denetimli serbestlik hakkı tanıdığı için bir kez daha tutukluluk önemsizleşti. İşte bu durumda, soruşturmaya bir elin değerek tuz eker gibi yeni suçlamalar ekeceğini düşünüyordum. Beklediğim oldu. O elin sahipleri görülüyor ki bu iddianameye 2. ve 3. imza olarak düştü.

Kısıtlılık getirilen iddianameden bizzat bu savcıların Sabah Gazetesine yaptığı sızıntıları, ya da açık usul hatalarını herkes biliyor. Ben başka bir noktaya dikkat çekiyorum. Sayın Heyet, buradaki yargılamaya konu olan haberin altında Hülya Kılınç’ın değil, üçümüzün birden adını görseniz ne düşünürdünüz? İşte ben bu iddianame için aynısını düşünüyorum. Belli ki bazı zorunluluklar iddianameyi en azından görüntüde 3 imzalı kollektif bir eyleme dönüştürdü.

Söyleyeceğim şu, MİT’in FETÖ’den başka düşmanı yok mu? Yoksa bu savcılar başka bir şey bilmiyorlar mı? Mesela PKK ya da IŞİD de MİT’in düşmanı değil mi? Konumuz Libya, konuyu genel kültür düzeyinde bilenler dahi MİT’in Birleşik Arap Emirlikleri ya da Mısır gibi bir sürü devletin hedefinde olduğunu size söyler. Tek kitaplı savcılar nedense bunlarla değil iddianamenin geri kalanında bir daha bahsetmedikleri FETÖ ile başlıyorlar.

Öte yandan suçluluk psikolojisi de var. Çünkü FETÖ, 7 Şubat 2012’den önce de MİT’i hedef aldı. Bizzat Odatv davasında benimle birlikte MİT’in Orta Asya Masası’nın başındaki Kaşif Kozinoğlu tutukluydu. Hapiste şüpheli bir şekilde öldü. Bu şu demek: Biz, savcıların MİT’i hedef almasını milat saydığı tarihten önce FETÖ tarafından hedef alındık. Hem de bir MİT yöneticisi ile birlikte.

Şimdi bu salondaki herkese soruyorum: O gün İlhan Cihaner’i tanıyor muydunuz? Elbette. Çünkü o savcılık yetkilerini bu yapıya karşı kullanmış ve bedelini ödemişti. Daha çok tanıdığınız isim sayarım. Peki o gün bu iddianameye imza atanları tanıyor muydunuz? Hayır. İşte suçluluk psikolojisi dediğim budur. Eğer MİT ya da FETÖ ile bu davaya başlayacaksanız öyleyse bize yapılanlarla başlayacaksınız. Savcılar ise “gökten üç elma düşmüş” diye başlamışlar. Bu koca boşluk ülkemizin noksanlığı değil, bu iddianameyi yazanların kendi geçmişlerinin ayıbıdır.

Sayın Hâkimler, basit bir sorum var: Devlet yurttaşlarına tuzak kurar mı? Hukuk devleti tabii ki kurmaz. Ama devletin üniformasını kendi aidiyetlerine kalkan yapanlar kurar. Bakın, Atatürk’ün harpte başarılı olmanın anahtarını açıkladığı bir söz vardır: “En iyi şekil, zihnen düşmanının tarafına geçmek ve onun bakışıyla meseleyi çözmektir.” Biz de mahkemelerde bunu yaparız. Savcıların gözünden davaya bakarız. Niyetlerini okuruz.

Şimdi, bu iddianamenin açıkça ortaya koyduğu bir tablo var:

♦ MİT mensubu S.C.’nin şehadetinin ardından sosyal medyada yüzlerce paylaşım yapılıyor. MİT ve savcılar izliyor.

♦ Ailesinin köyünün muhtarı babasının adını da vererek 19 Şubat’ta duyuru yapıyor. Üstelik bu köyünün neresi olduğunun da bilinmesi demek. MİT ve savcılar izliyor.

♦ Onlarca sitede şehitle ilgili haberler çıkıyor. MİT ve savcılar izliyor.

♦ İddianamede görülüyor ki bu davanın sanıkları olan Murat Ağırel’in ya da Erk Acarer’in 22 Şubat’taki paylaşımlarını da MİT ve savcılar izliyor.

♦ Yeni Yaşam Gazetesi 23 ve 24 Şubat’ta haber yapıyor. MİT ve savcılar izliyor.

♦ Ardından Ümit Özdağ Meclis’te olayla ilgili bütün ayrıntıları açıklıyor. MİT ve savcılar izliyor.

♦ Özdağ’ın açıklaması ertesi gün basında haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor. Uluslararası medyada olay haber oluyor. MİT ve savcılar izliyor.

3 Mart akşamı Odatv’de şehidin cenaze haberi yayınlanıyor. 4 Mart sabahı saat 04’te ben evimden gözaltına alınıyorum. Neredeyse iki hafta uyuyan MİT ve savcılar o gece uyumuyor! Dediklerimi doğrulayan bir evrak daha var. İddianame eklerinde yer alan Emniyet Raporu şöyle başlıyor: “Başsavcı Vekili Hasan Yılmaz’ın, 3 Mart 2020 tarihli sözlü talimatları kapsamında Odatv’deki habere ilişkin gerekli araştırmanın yapılarak…” Demek o gece sahiden uyumamışlar.

Bakın MİT’in Odatv için suç duyurusunun tarihi 4 Mart. Savcılığa saat kaçta şikâyet geldi, beni gözaltına aldıran Hasan Yılmaz saat kaçta harekete geçti, polisler kaç saatte eve geldi? Belli ki MİT’in suç duyurusu benim gözaltına alınmamı bekledi, ya da bir eksiklik sonradan tamamlandı.

“ODA TV HABERİ OLMASA BÖYLE BİR DAVA AÇILMAYACAKTI”

Sayın Hâkimler, 10 yıl önce “kumpas” diyorduk. Bugün buna “tezgâh” diyoruz. Serçeler, bıldırcınlar, güvercinler kafese giriyor. Karga gelince kapak kapanıyor. Demek ki Odatv’deki haber olmasa böyle bir dava hiç açılmayacaktı. Bunu nereden biliyorum? Çok basit, İrfan Fidan ve Hasan Yılmaz’ın yönettiği savcılık, bütün soruşturmaları Odatv haberinden sonra başlatıyor. Hatta Ümit Özdağ hakkındaki fezleke bile Odatv haberinden sonra yazılmaya başlıyor.

Bakın burada komik bir şey var. Ümit Özdağ ile ilgili soruşturma, açıklama yaptığı gün değil, hafta değil, benim gözaltına alındığım gün yani 4 Mart 2020’de başlatılmış. Savcı Hamza Yokuş imzalı tutanak ‘resen soruşturma açılmasına karar verildi’ diyor. Yani soruşturma açıldığında orada da MİT’in bir şikâyeti yok. Şimdi gelelim savcının Özdağ hakkında soruşturma açmaya nasıl karar verdiğine. Tutanaktan aynen aktarıyorum: ‘4 Mart 2020 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığı’mızca yapılan olağan internet taramasında’ Çok acayip değil mi? 26 Şubat ile 4 Mart arasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda internet mi kesikti? Savcı bu kadar gün ‘olağan internet araması’ neden yapmadı? Siz savcının yazdığı gibi bunun ‘olağan’ olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette hayır! Ortadaki tablo çok açık. İstanbul’daki savcıları da Ankara’daki savcıları da hatta MİT’i de birileri harekete geçirdi. O ‘birileri’ kimse Odatv’den başlamak üzere herkese tezgâh kurdu.

“EĞER BU TEZGAHI KURANLARIN VATANI VARSA BEN O VATANIN HAİNİYİM”

Sayın Başkan, Sayın Heyet;

İnsan yalnız kalmaktan korkar. Karanlıktan korkar. Ölmekten ya da yaşamaktan korkar. Oysa ben sadece korkmaktan korkuyorum. Lütfen sözlerimi iktidar içindeki çeteler, savcılar, örgütlü linç güruhları eliyle kurgulanan bu davada onlara bir yanıt olarak kabul edin. Eğer bu tezgâhı kuranların bir vatanı varsa ben o vatanın hainiyim! Ne mutlu bana bir vatanları yok. Eğer bu tezgâhı kuranların bir dini varsa ben o dinin kafiriyim! Ne mutlu bana imanları yok. Eğer bu tezgâhı kuranların bir devleti varsa ben o devletin teröristiyim! Ne mutlu bana onlar çetelerini devlet sanıyorlar…

101 yıl önce bugün Mustafa Kemal de Saray’dakilerin haini, işgalcilerin teröristi, işbirlikçilerin kafiriydi! Milletin hürriyetini şahsi ikbalinin önüne koyanlar korkusuz olmalı, küfrün üzerine yürümelidir. Bu girişi, şunun için yaptım. Ben yıllardır yazı yazıyorum, Cumhurbaşkanı’nı eleştiriyorum, bakanları eleştiriyorum, genelkurmay başkanlarını eleştiriyorum. Efendim MİT kutsal bir örgüt müdür? MİT dokunulamaz mıdır? MİT sorgulanamaz mıdır? MİT; hatası, eksiği gösterilemez midir? Haşa, MİT mensupları peygamberin sahabeleri midir?

Farkında mısınız, bu dava üzerinden ne yapmaya çalışıyorlar. Bu davayı kurgulayanları sevindirecek bir karar verirseniz yukarıdaki tüm sorulara ‘evet’ yanıtını vermiş olacaksınız.

“VAZGEÇMEDİK”

Türk tarihinde 12 Eylül gibi karanlık işlere bulaşmış askerler vardır. İşkenceye karışmış polisler vardır. Aynı zamanda mensubiyetini kötüye kullanmış hem de çok kötüye kullanmış MİT mensupları da vardır. Örnek olsun, ben daha birkaç ay önce Cumhuriyet Gazetesinde hapishaneden bana mektup yazan bir MİT mensubunun anlattıklarından yola çıkarak, MİT kimliğini adam kaçırıp fidye istemek için kullandığı iddiasıyla cezalandırılan bir personeli yazdım. Bunu yazarken güç bela MİT’in basın müşavirliğini aradım, MİT mensubunu askeri alanda yakalayan kamu görevlileri ile konuştum. Siz eğer bu davayı tezgâhlayanları sevindirirseniz, bir sıradışılıkta karşısına MİT mensubu çıkınca bir gazeteci sorgulamaya araştırmaya devam edebilir mi?

Şimdi söyleyeceğimi bana güvenmezseniz açıp kontrol edebilirsiniz. Biz Odatv’de 15 Temmuz’dan önce aylarca ‘darbe geliyor’ haberleri yaptık, yazıları yayınladık. Yanlış anlamayın, gayrimeşru bir kaynaktan öğrenmedik. Dış basında işaret veren yazıları, Washington’daki enstitülerin raporlarını çevirdik. Zaman Gazetesi’nde adeta darbeyi işaret eden haber ve yazıları analiz ettik. Çeşitli davalara yansıyan ifadeleri aktardık. Hatta bizzat soruşturma savcılarının iddianamelerine giren darbe uyarılarını anlattık. Emin olun bunları yaparken öyle saldırılara maruz kaldık ki…

Ordunun içine fitne sokuyorlar”, “Ordumuz terörle savaşırken darbe iddialarıyla ihanet ediyorlar” diyenler oldu. Bunları da açıp okuyabilirsiniz. Odatv’deki gazeteci ağabeyimiz Soner Yalçın’ı arayıp tehdide varan konuşma yapan, benim ve Barış Pehlivan’ın işten çıkarılmasını isteyen ve bu darbe uyarısı yazıların susturulmasını isteyen oldu. Vazgeçmedik.

Sonunda darbe günü geldi çattı. MİT Müsteşarına öğlen saatinde darbe ihbarı anlamına gelecek itirafın yapıldığı ortaya çıktığı halde MİT Müsteşarı darbeye akşam yemeğinde yakalandı. Bu durumu herkes eleştirmedi mi? Sorular sormadı mı? Bunu da yapmak gerekmez mi? “’İstihbarat” diyoruz, Arapça’dan geliyor. “Haber” ve “’ihbar” aynı kökten doğmuş. Batı dillerinde “intelligence” kelimesiyle karşılamışlar. O ise “akıl” ve “zeka”dan geliyor.

Şu tabloya bakarak söylüyorum. İster istihbarat deyin ister intelligence. Sadece 15 Temmuz bile gösteriyor ki doğru düzgün bir istihbarat kurumu bu ülkeye gerekli ise iyi gazetecilik ondan daha çok gerekli. Bakın gazeteci en azından istihbarat kurumunun eksikliklerini gösterebiliyor.

Daha da ileri gidiyorum. Bu davaya konu olan haber bir yorum içermiyor. Basit bir haber. Her ölümün ardından olağan cenazeyi anlatıyor. Peki vatansever bir gazeteci bu haberle yetinmese, 27 yaşında gencecik bir istihbaratçının katledilmesinde bir ihmal var mı araştırmak istese, ki bence yapılmalı, yapabilir mi? Bunu pek çok terör saldırısından sonra yaptık. Şimdi Libya’daki bu saldırı ile ilgili ülke savunmasına faydalı, belki de yeni şehitler gelmesini önleyecek böyle bir çalışma yapılabilir mi?

Bu davayı kurgulayan akıl ‘yapamazsınız’ diyor. Hadi ‘vatansızların haini’, ‘devletsizlerin teröristi’, ‘imansızların kafiri’ olarak biz yapmayalım. Bu iddianameye imza atan savcılar böyle bir inceleme yapacaklar mı? Hatırlayın, Mavi Marmara saldırısının ardından bu adliyede davası görüldü. Bir savcı çıkıp şehidin uğradığı saldırının soruşturmasını yapabilir mi? Bu davayı kurgulayanlar ‘kesinlikle hayır’ diyor. Bu dava bize bunu söylüyor.

Oysa 20-30 yıl önce Türkiye, kurumları çok daha sorgulanabilir bir ülkeydi. Kamu görevlilerinin en azından gazeteciler peşini bırakmazdı. Şimdi bizi daha da geri götürmeye çalışıyorlar. Tekrar söylüyorum, Odatv’de yayımlanan haberde böyle bir sorgulama yok. Ama bu dava hiçbir ifşa içermeyen sade bir cenaze haberini yargılayarak bütün sorgulamaların şimdiden önünü kapatıyor. Mahkemelere eşlik eden kanunlar tarihsiz değildir. Gökten yere düşmemiştir. Sokakta bulunmamıştır. Kahve içerken akla gelmemiştir. Kanunların bir ruhu vardır. Kendilerini doğuran bir eylem vardır. Ve kanunlar da eylemleri doğurur.

MİT Kanununun 2014 yılındaki dönüşümünün mahkemelerdeki canlı tanığıyım. 9 yıl önce bu Adliye’de MİT yöneticisi Kaşif Kozinoğlu da benimle birlikte sanıktı. Bugün sözüm ona MİT Kanunundan bahsedenler, o gün Kozinoğlu’nu linç ediyor, özel hayatını didik didik ediyordu.

O gün altlarında Başbakan’ın zırhlı aracı olan savcılar, MİT’e kumpasları derinleştirdiler. 7 Şubat oldu, daha fazlası yaşandı. İfşalar sıradan hale geldi. Nihayetinde görev başında faaliyet yürüten ve doğal olarak gizli olan istihbaratçıların kimliği korunsun diye bu yasa çıktı. Şehit olan bir MİT mensubunun cenazesi haber yapılmasın diye değil. Ne Kozinoğlu’nun cenazesinde ne de bu kanun doğarken ortada olan savcılar, bugün bu kanunu ruhuna aykırı bir şekilde kullanıyor. MİT Kanununu yerde buldukları taş gibi alıp başımıza fırlatıyor. Bu dava MİT Kanununun uygulaması gibi görünse de aksine gayrimeşru çocuğudur.

Elbette son dönemde her hikâye gibi bu dava da kamuoyunu ikiye böldü. Tutuklanmamızı savunanlar tutarlı bir gerekçe sunmadı. Onlara göre lanetli sayılan görüşlere sahip olan bizler çoktan cezalandırılmalıydık. Yargılanmamız bile gereksizdi.

Şimdi size bunun karşısında bize doğal tanık olan üç ses getireceğim. Biri, Kumpas-Der. Bu iddianameyi yazanları kimsenin tanımadığı dönemlerde kumpaslarla hedef alınanların ve onların yakınlarının kurduğu dernek. Bu dernek, bu yargılama için diyor ki:

Maalesef devletten FETÖ kalıntılarının temizlenmesi yerine her türlü eleştirinin her türlü muhalefetin tehlike olarak görüldüğü, yargı bağımsızlığının ve evrensel hukukun göz ardı edildiği yeni bir sürece girildiğini görüyoruz. Sizlerin karşı karşıya kaldığınız hukuksuzluğu, bu sürecin bir parçası olarak değerlendiriyor ve bunun ülkemiz ve demokrasimiz açısından büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyoruz.
FETÖ ile gerçekten karşı karşıya gelmiş insanlar bu davanın savcılarının değil bizim yanımızda.

İkincisi Cevat Öneş. Şehit MİT mensubu S.C. gençti. Öneş ise 1966-2005 aralığında yani 39 sene MİTte görev yapmış eski Müsteşar Yardımcısı. Öneş, bizim tutuklanmamızın ardından şunları söyledi:

Olay ve MİT mensuplarının isimleri TBMM’de bir milletvekili tarafından açıklanmış ve kamuoyu bilgi sahibi olmuştur. Manisa’da cenaze töreni açık olarak yapılmış, gizlilik kuralı uygulanmamıştır. MİT Başkanı tarafından da çelenk gönderilmiştir. Bu durum, MİT Yasası’nın 27. Maddesinin uygulanamayacağını göstermektedir. Ayrıca, yasal ve idari uygulamalar olarak da önceki benzer (Kaşif Kozinoğlu ve bazı MİT mensupları) cenaze törenleri dikkate alındığında, teamül olarak da bir kriterden söz edilemez. Gazetecilerin konuyu işlemeleri ise ‘Devlet sırrı ve gizlilik kurallarının ortadan kalktığı’ bir olayla bağlantılıdır. Basın özgürlüğü, kamuoyunun bilgilendirilmesi amaçlı bir faaliyet söz konusudur.
Üçüncüsü, bizzat MİT Kanunu hazırlayıp Meclis’e getiren dönemin AKP milletvekili İdris Şahin. O da bu olaydan sonra konuştu. Bugün dedi ki

MHP’nin Grup Başkanvekilleri Oktay Vural ve Mehmet Şandır idi. Bu maddenin yorumlanmasını bizden talep etti. O günkü Meclis tutanaklarında vardır. Asılsız haber yapanlar ve MİT mensubu ve ailelerini ifşa edenlerin ceza almalarını öngören bir düzenlemeydi. Yoksa Meclis’te açıklanmış, cenaze törenine de o yörenin siyasi erklerini çağırmak suretiyle alenileştirilmiş bir törenin buna bağlı olarak da teşkilatın çelenginin haber yapılmış olmasının, bir MİT mensubunun kimliğinin ifşa edilmesinden bahsedilemez. Bu olayla ilgili Meclis gündeminde dokunulmazlığı olan bir milletvekilinin açıkça beyanı var. TBMM kürsüsünden söylememiş olmakla birlikte 83 milyona ifşa edilmiş bir hadise söz konusu.
83 milyonun bildiği ve Meclis’te ifade edilmiş bir konunun haber yapılmış olmasının bu kanunun özüyle örtüşmediği açık şekilde ortada. Arkadaşlarımız kanunun gerekçesine bakarsa burada ne murad ettiğimizi çok net görürler. Sadece bir kanun çok açık değilse orada açılır kanun yapanların neyi murad ettiklerine dair görüşme tutanaklarına bakılır. Kanunun gerekçesiyle şu an itibariyle mahkemelerin değerlendirmesi dışında bir düzenlemenin olduğunu da çok rahat görebilirler.
Gerçekten de tutanaklara açıp bakın, MHP bu kanuna karşı. O gün İdris Şahin, biraz önce okuduğum şekilde anlatarak Meclis’i ikna etmeye çalışıyor. Size sadece 3 tane kritik tanık seçtim. Demek bu dava dünkü FETÖ kumpaslarının devamıdır. Demek bu dava MİT Kanununun ruhuna aykırıdır. Demek bu davanın MİT mensuplarını korumakla ilgisi yoktur. Demek hak bizimle, hukuk bizimle, demek alnına kara yazılmış mağdurların ruhu bizimledir.

Çok daha kritik bir şey var. Asker, polis ya da istihbaratçı… Kamu görevi yaparken ölür, şehit olur. Vatan toprağının altında eşitlenir. Hepsi vatan şehididir. Sizce öyle değil mi? Size ‘hangisi daha çok şehit’ diye sorsam buna yanıt verebilir misiniz? Veremezsiniz.

Öte yandan insan ölü atların peşinden koşabilir mi? Ölü ağacın meyvesini yiyebilir mi? Olmaz değil mi? Haliyle ölülerin kanunu yoktur. Varsa da bu dünyaya ait değildir. Cenaze aracı trafik ihlali yapsa cezası ölüye yazılmaz. Şoföre yazılır. Ya da adı dağları da devirse ölüye maaş bağlanmaz. Şehit olmuş bir vatan evladına da MİT Kanunu uygulanamaz.

Bakın, iddianamede Anayasa Mahkemesi’nin kanuna itirazı reddederken ifade ettiği şu gerekçesi irdelenmiyor:

Dava konusu kuralla MİT mensuplarının ve ailelerinin kimliklerinin ifşa edilmesinin suç olarak öngörülme nedeninin, bu kişilere ve ailelerine kendileriyle aynı durumda bulunan kişilere nazaran özel bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımak değil, yürüttükleri görevleri nedeniyle kimliklerinin ifşa olmasının, MİT mensuplarının görevlerini yerine getirme imkanını ortadan kaldırması ve kendileri ile birlikte ailelerinin güvenliklerini tehdit altına sokmasıdır.
Burada kanunun gerekçesi, şehit olan bir MİT mensubuna MİT Kanununun uygulanmayacağını açıkça söylüyor. Yani açıkça diyor ki bir polis ile bir MİT mensubu kanun önünde eşittir. Ancak MİT mensubunun ifşa olması ‘görevini yerine getirme imkanını ortadan kaldırır.’ Kanun, MİT mensubunun yaşarken görevini yerine getirebilmesi için yaratıldığını anlatıyor.

Şehit olan bir MİT mensubu halihazırda en büyük görevini tamamlamıştır. Başka bir dünyada yerine getirsin diye ona bu dünyadan kanunla görev verilemez. Yani bu kanun şehit bir personele görev başında gibi uygulanamaz.

Öte yandan yine okuduğum ifadelerden anlaşılacağı gibi bu dünyada görevini şehadetle tamamlamış bir MİT mensubuna MİT Kanununu uygulamak şehitler arasında eşitsizlik yaratır. Şehitler ve daha çok şehitler ayırımını oluşturur. Anayasa Mahkemesi açıkça “niyet bu değil” derken böyle bir uygulama kanunu ortadan kaldıran ve kanunsuz bir uygulama olacaktır. Ayrıca yine görüldüğü gibi kim olduğu bilinmeyen tabut taşıyan vatandaşların arasında MİT personeli olması da meselenin özüyle ilgili değildir. Nitekim iddianame bile defalarca bir fotoğraftaki şahısların MİT mensubu olduğunu belirtmeden yayınlamanın suç olmadığını kabul ediyor. Sayın Hakimler, bırakalım şehitlik birer yıldız olarak birbirinden farklı ışıklarla yanmaya devam etsin. “Bu MİT mensubunun yıldızı” diyerek dünyevi kanunlarla onların ışığını söndürmeyelim.

“BİZİM KİM OLDUĞUMUZU BİLMELİSİNİZ”

Sayın Başkan, Sayın Heyet;

Siz bizim kim olduğumuzu da, niyetimizi de bilmelisiniz. Bakınız, iddianameye konu olan MİT mensubu Odatv’nin haberinde ‘şehit’ olarak anılıyor. Odatv hükümetleri eleştirir, onların politikalarını sorgular. Ancak biz ülkesi için hayatını kaybeden kamu görevlisinin hatırasına her zaman saygı duyarız. Bu ikisini ayırmak önemlidir. Bu, Odatv için kuruluştan bugüne değişmeyen bir gerçektir. Biz, gençlerimizin emperyalistlerin çıkarları için Kore’ye gönderilmesini eleştiririz. Ama Kore’de ölen çocuklarımızın mezarlarında gözyaşı dökeriz. Çanakkale’de ülkemizi işgale yeltenen devletlere lanet okuruz. Ama onların dünyanın dört yanından toplayıp üstümüze sürdüğü yoksul gençlerin mezarlarına emanet gibi bakarız.

Ancak açık bir başka gerçek var ki şehitlerine ve gazilerine hak etmedikleri kadar kötü muamelede bulunan bir ülkedir Türkiye. Bu benim şahsi kanaatim değil. ‘Vatan sağ olsun’ diye kaldırılan cenazelerin ardından unutulduklarını, eğer gazi olmuşlarsa bir protez için neler yaşadıklarının sayısız haberini okumuşsunuzdur.

Ben size birinden bahsedeceğim. Afyon Sandıklı’daki şehitlikte yatan Reşat Bey’den. Şehitliğe ‘Çiğiltepe Şehitliği’ denmesinin sebebi de odur. Osmanlı’nın çöküş döneminde sayısız harbe katıldı, esir düştü ve yine de vazgeçmedi. Son olarak Kurtuluş Savaşı’nda 57. Alay Komutanlığı görevine getirildi. Mustafa Kemal tarafından stratejik Çiğiltepe’nin ele geçirilmesi vazifesi verildiğinde Albay Reşat Bey, söz verdiği saatte Çiğiltepe’yi ele geçiremeyince intihar etti. Şehit ilan edildi. Mustafa Kemal’in Türk askeri için söylediği sözü onu düşünerek ifade ettiğini biliyoruz: “Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir.”

Necip Hablemitoğlu’nun bir Kurtuluş Savaşı kahramanının mezarı başında gördüğü manzara bu. Çöpler, kirlenmiş kitabeler ve mezar taşları…’Albay Reşat Beyler bile unutuluyorsa’ diye nutuk atmıyorum. Bizim için 19 yıl hapis isteyen savcılarla da bu salondaki herkesle de iddiaya hazırım. Gelin 19 yıl sonra ömrümüz yeterse birlikte şehit MİT’çinin mezarına gidelim. İddia ediyorum o gün (ömürleri uzun olsun) ailesi yaşıyorsa onlardan başkasını görmeyeceğiz. Yaşamıyorsa kimseyi bulamayacağız.

Bu haber yayınlandığı gün doğmuş, o gün 19 yaşında olacak gençlere ‘bu mezarda yatan kim’ diye soralım. Acı bir gerçek var ki “bilmiyorum” diyecekler. Eğer meraklıysa adını cebindeki telefona yazacak. Önüne yasaklanmış Odatv haberi ve bu dava çıkacak. Emin olun o sayede haberdar olacak. Şehitlik bir ölüm değil toplumsal hafızadır. Siz burada bir hafızayı yargılıyorsunuz. Siz burada şehidin mezar taşını yargılıyorsunuz.

İddianame hayal metni değildir. Uydurmalara dayanmaz. Delillerle güçlendirilmiş varsayımdır. Bakın, iddianame 15. Sayfasında AYM’nin “ifşa edilmiş olsa dahi…” dediğini iddia eden bir kararına dayanıyor. Ancak AYM’nin kararında öyle bir ifade yok. İddianame defalarca Odatv haberindeki fotoğraflardan birinin, tekrar söylüyorum sadece birinin gizlice çekildiğini yazıyor. Buna dair tek bir delil koyamadığı gibi sonunda gizli çekilmediğini kabul ediyor ki boynunda fotoğraf makinasıyla cenazeye giden basın danışmanının çektiğini onaylayıp onu sanık yapıyor.

İddianame ‘bir plan dahilinde, sistematik ve koordineli ifşa’ diye başlıyor. Bütün çabasına rağmen ‘torba’ bile değil; Odatv, BirGün, Yeni Yaşam, Yeni Çağ gazetecilerinden oluşan ‘çorba’da en küçük bir koordinasyon bulamıyor. Hal öyle ki ben, Odatv’deki haberi yapan Hülya Kılınç ile hayatımda hiç konuşmadığım gibi mahkeme kapısında tanıştım. Bu kadar koordinasyonsuzuz. İddianamede cenazede tabut taşıyan insanların fotoğrafı için “MİT mensuplarını açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etme kastıyla yayınlandığı açık” yazıyor. Kimsenin tabut taşıma stilinden MİT mensubu olduğu bilinemeyeceği için, MİT’in yazısı sayesinde bu kişilerin MİT personeli olduğunu ilk kez kendisi açıklıyor. Şu hale bakın…

Cenazenin MİT’ten olduğu anlaşılmasın diye “Teşkilat Başkanı” pankartıyla gönderilen çelenk, koca fotoğraf makinesiyle yapılan “gizli çekim”, belediye başkanından milletvekiline koca ilçenin katıldığı “gözlerden uzak” tören, aynı zamanda kahvehane işleten muhtardan öğrenilen “devlet sırrı“, 100 yaşındaki Millet Meclisi’nde kameralar önünde açıklandığı halde “kimsenin bilmediği bilgi”, MİT mensubu olduğu anlaşılmayınca savcılığa “bunlar MİT mensubu“ diye yazı yazan bir “istihbarat kurumu”…

Bu Pembe Panter kılıklı trajikomik senaryoya neyse ki bir kanun bulunabilmiş, bir dava açılabilmiş! Ortada tek gerçek, bu iddianamenin altındaki Avrupa’nın en büyük adalet sarayının başsavcısı ve vekilinin imzası ve bizim bu davaya ciddiyet katmak için tutuklu yargılanıyor olmamız. İddianame üzerine belki de hak ettiğinden fazla konuştum. Kendimle ilgili ise tek bir şey söyleyeceğim. İddianamenin son iki buçuk sayfası beni ilgilendiriyor. Aynı ifadeler çevrilerek tekrar tekrar söylenmiş. Size iki cümleyi okumama izin verin:

03.03.2020 tarihinde Odatv isimli internet sitesinde yayımlanan cenazeye katılan diğer MİT mensuplarının deşifre edildiği soruşturmaya konu olan yazının şüpheli Hülya Kılınç tarafından Odatv isimli internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni şüpheli Barış Pehlivan ile irtibatlı olarak yayına hazırlandığı, haberde yayınlanan ve cenazeye katılan MİT mensuplarının deşifre edildiği fotoğrafların şüpheli Eren Ekinci tarafından çekilerek şüpheli Hülya Kılınç’a gönderildiği, haberin şüpheli Barış Pehlivan’ın bilgisi ve talimatı doğrultusunda yayına girdiği, internet sitesinin sorumlu haber müdürünün şüpheli Barış Terkoğlu olduğu anlaşılmıştır.
İkinci cümle şöyle:

Şüpheli Barış Terkoğlu’nun sorumlu haber müdürü olduğu Odatv isimli internet sitesinde 03.03.2020 tarihinde Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklamak maksadıyla yayınlanan haberde, dış istihbarat vazifesi olan şehit MİT mensubunun kimlik ve görevine ilişkin bilgilerine, şehide ait fotoğraflara ve özellikle de halen görevde olan bazı MİT mensuplarının katıldığı cenaze törenine ait görüntülere yer vermek suretiyle yayınlayarak MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamış, yayınlamış, yaymış ve MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla birlikte ifşa etmiştir.
Halen görevde bulunan MİT mensuplarının açık kimlik, görev ve ünvanlarıyla ifşa edildiğinin açık bir yalan olduğunu tekrar söyledikten sonra kendimden bahsedeyim.

Ben savcıların bu cümlelerden ne demek istediğini anlıyorum, ancak onlar kendilerini anlatmak istiyorlar mı sahiden? İddianame hukuki bir metin ise, öznesi ve fiili açık, kanunlaştırılmış cümlelerden oluşmalı. Ne yazık ki bu cümleler böyle değil. Ben bu ifadelerde fiil gerçekleştiren bir özne olarak kendimi göremiyorum.

Ancak bu cümlelerden benim anladığım bir şey var ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na göre benim suçlu olmam için bir şey yapmam gerekmiyor. Odatv Sorumlu Haber Müdürü olmak bu savcılara göre suç. Dikkat ediyor musunuz, Meclis’in Libya tezkeresinin tam metnini iddianameye koyan savcılar nedense gazetecilerin sanık olduğu iddianameye tek bir basın kanununu, bir tek internet yasasını yazmamış. Yani ortada maç var ama ortada bir top yok. Haliyle ben bir boşluğun peşinden koşuyorum. Ama olsun, Odatv Haber Müdürü olarak bu iddianameye göre ben oturan ve kalkan halihazırda tutuklu olan kendi başına bir suçum. Pantolon, gömlek, ceket giyen ve konuşan, yazan bir suçum. 1 metre 92 santim boyunda ve 85 kiloluk bir suçum. Hapisten çıkmamam için sabaha karşı özel infaz kanunu yapan Meclis, ben yolda gelirken yeni kanun yapmadıysa, hala suçlu olmak için kanunu arayan bir suçum. Kendimle ilgili özel olarak söyleyeceğim sadece bu.

Tarihte ‘cadı’ diye bir şey gerçek anlamıyla hiç olmadı. Ama ‘cadı avı’ çok oldu. ‘Cadı’ diyerek bazen kendileri gibi inanmayanları, bazen cüzzamlı gibi hastaları, bazen sahtekâr büyücüleri katlettiler. Bu ‘cadı avı’ çağlar boyu şekil değiştirerek sürdü. Hedef aldıkları siyasallaştı. Suçlama da ona göre şekillendi.

Bir zamanlar kendilerinden olmayanları biraz odun ve ateşle yakarlardı. Şimdi bir parça kanunla her şeyi beceriyorlar.

Bugün burada baskı altında fikrini değiştiren bir insan yok. Bu salonda konuşurken, hapishanede bile yazı yazarken ne düşünüyorsa onu söyleyen, 10 yıl önce nereye bakıyorsa bugün aynı çizgide ilerleyen, duruma göre şekil almayan, katılmasanız da hoşlanmasanız da inandığını söyleyen biri var.

Bu iddianameyi yazanlar çok uğraşsalar da buradaki sanıklardan bir organizasyon yaratamadılar. Ancak bu süreçte gördük ki gizli soruşturma dosyasından organize şekilde sızıntılar oluyor, organize şekilde sanıklar hedef alınıyor, cezaevine kadar uzanan organize bir operasyon var. Soruşturmanın başlangıcından sonuna sıra dışı, organize olduğu açık işler oluyor.

Düşündürmek istediğim şu: Tıpkı 9 yıl önce bizi örgütle suçlayan kişilerin bir örgüt üyesi çıkması gibi, acaba bugün de karşımızda kamu görevlilerinin ve tabii siyasi uzantılarının olduğu bir organizasyonla mücadele ediyor olabilir miyiz?

Bu soru inanıyorum ki bir gün yanıt bulur.

Türk aydını pamuk elli annelerin hazırladığı kundaklarda büyümedi. Üzerinde kestane pişen kuzinelerin sıcağında büyümedi. ‘Hürriyet’ dediği için atıldığı soğuk sularda büyüdü. ‘Bağımsızlık’ dediği için sürüldüğü gurbette büyüdü. ‘Laiklik’ dediği için patlayan bombalarda büyüdü. ‘Eşitlik’ dediği için elektrik tellerinin, falaka sopalarının ucunda büyüdü. ‘Adalet’ dediği için sırtına saplanan kurşunla büyüdü. Biz de mahkeme salonlarında büyüdük, büyüyoruz. Mithat Paşa Meşrutiyet’ti. Mithat Paşa’yı boğmak Meşrutiyet’i boğmaktı. Bir bahaneyle Mithat Paşa’yı yargılamak Meşrutiyet’i yargılamaktı.

Elbette biz onun son nefesi, onun dünyaya son bakışı olamayız. Lakin biz de cam kırıkları üzerinde yürüyen Cumhuriyet’in ayağının altına oturmuş kan, parmaklarının ucundaki nasırız. Biz Cumhuriyet’iz. Bizi boğmak Cumhuriyet’i nefessiz bırakır. Bu Cumhuriyet’in maalesef ihale duyunca koşan patronları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef imtiyazlıları Adliye’nin arka kapısından bırakan savcıları-hakimleri var. Bu Cumhuriyet’in maalesef kamu mallarını yağmalayan vakıfları, hizipleri, grupları var. Bu Cumhuriyet’in maalesef devlet içinde hiç bitmeyen çeteleri, tarikatları, örgütleri var. Kendilerinden başka olmasın istiyorlar. “İzin verin biz de olalım” demiyorum. İçerde ya da dışarda, ateşte ya da külde olmaya devam edeceğiz. Pirinçte taş, gözün üstünde kaş, eğilmeyen baş olacağız. Ama olacağız.

İnsanın hayatı kendi eylemleridir. Hayat yalnız mavi gökyüzü, yalnız zümrüt deniz değildir. Keskin kayalıklar da hayatın dikenidir. Latince de “Arx Tarpeia, Capitolia proxima”, “Tarpeia kayası Capitol’e yakındır” deyimi vardır. Eski Roma’da zafer kazanan güç sahipleri şehrin en yüksek tepesi Capitol’de kutlama yaparken, Tarpeia kayalıklarından hain saydıklarını aşağı atarlardı. İki tepe birbirine pek yakındır. Bugün Capitol’de zafer kutlayanların yarın günah keçilerinin kurban edildiği Tarpeia kayalıklarından atıldığı görülür. Zaferi kendilerinin sananlar bizi sık sık Tarpeia kayalıklarına çıkarır. Biz oradan düşmeden inmesini biliriz. Sonra Capitol’den gelenlerin oradan düşüşünü izleriz.

İnsanın kaderi kendi eylemleridir. Biz kaderimize kendi eylemlerimizle karar verdik. Siz bizim için görünse de aslında hem kendiniz hem de ülkemiz için karar vereceksiniz. Bu nedenle sizden sadece adalete uygun, gerçekle barışık, vicdanla örtüşen, tartışmasız sadece ama sadece millet adına bir karar beklediğimi söylemek istiyorum

EREN EKİNCİ SAVUNMA YAPIYOR

Vatanını milletini seven bir insan olarak vatanına ihanetle suçlanıyorum. Suçlamaları kabul etmiyorum. Salondaki sanıkları Hülya Kılınç dışında tanımıyorum. Caminin içinde ve dışında fotoğraf çektim, bu konuda bilgilendirilmemiştik. Fotoğraf çeken ve video çekenler vardı. Hülya hanım aradı buluşmak istedi, ama mümkün olamayacağını söyledim. Elimde şehit cenaze fotoğrafları olup olmadığını sordu. O ana kadar şehidin TSK mensubu olduğunu biliyordum. MİT mensubu olduğunu bilseydim başka yollarla verebilirsin fotoğrafı. Doğrudan dahil olmadığım bir şeyin içerisindeyim. Üstüme atılan suçlamaları kabul etmiyorum.

Hakim sordu: Muhtar ile görüştünüz mü?
E.E: Hayır olmadı. İki fotoğraf işini görmüştü diye başka fotoğraf atmadım. 4-5 fotoğraf çektim. Çelenk ve naaş taşınırken fotoğraf gönderdim.

Üye Hakim: Size şehit cenazesi mi diye söylediler?
E.E.: Evet, fotoğraf çektik ve saf tutmaya geçtik

Terkoğlu’nun müdafii Yiğit Akalın: hangi markineyle çekildi?
E.E.: Fotoğraf makinesiyle

Avukat Serkan Günel: Fotoğrafların Uzaktan büyük bir objektifle çekilmiş diyor. Buna ilişkin açıklama yapar mısınız?
E.E: 18-135 mm lens kullandım. Herkesin içinde çektik beni orada herkes gördü.

TANIKLAR DİNLENİYOR

Yeni Yaşam editörü Semiha Alankuş (S.A): Arkadaşlarımın birebir haber yaptıklarını düşünmüyorum. Editör arkadaşlar gündemdeki haberleri getirirler sayfa dağılımı yapılır ve editörler sayfalarını yapar. Haber unsuru eksik olduğu müddetçe müdahale etmezler.

M.B.: Hukuki sıkıntı varsa yayınlama sorumluluğu kimde?

S.A.: Her editör kendi sayfasından sorumludur. Haber müdürü ya da genel yayın yönetmeni şu haber girsin girmesin demez. Son kararı veren arkadaşlar bu arkadaşlar değil… Bizde ediyorsak bağımsızlık vardır, yazı işleri direkt müdahale etmez.

NEDEN SUÇLANDIKLARINA İLİŞKİN SOMUT DELİL YOK

“Haberin Var Mı İnisiyatifi”, 24 Haziran Çarşamba günü İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk kez görülecek duruşma öncesi tutuklu gazetecilerin yakınlarıyla bir basın toplantısı düzenledi.

Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun Avukatı Serkan Günel, iddianameye ilişkin, “Böyle bir iddianame üzerine on dakika konuşmak bile fazla. Bu iddianame elli sayfadan oluşuyor, üç savcının hazırlamış olduğu gözüküyor. Fakat içeriğinde neden suçlandığımıza ilişkin somut bir neden yok” ifadelerini kullandı.

DEVLET GAZETECİLERDEN HINCINI ÇIKARIYOR

Hülya Kılınç ve Murat Ağırel’in avukatları Celal Ülgen ve Onur Cingil de davaya ilişkin yaptıkları açıklamada, tutuklu gazetecilerin tahliyesini beklediklerini ifade etti.

Aydın Keser ve Ferhat Çelik’in avukatları Özkan Kılıç ve Sercan Korkmaz ise, “Devletin kurumları gazetecilerden hıncını çıkarıyor” ifadelerini kullandı.

Yapılan basın toplantısında tutuklu gazeteci ailelerinin yazmış oldukları mektuplar da okundu. Gazetecilerin yakınları şu çağrılarda bulundu:

‘BARIŞ İLE GURUR DUYUYORUM’

Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu’nun eşi Özge Terkoğlu: “Bir dava düşünün suçlusunu suçtan önce seçmiş, işte böyle bir dava bu. Bugün bu dava ne yazık ki ne kadar güvensiz ve güvencesiz olduğumuzu ortaya koyuyor. Koyuyor da ne oluyor, insanız demekten vaz mı geçiyoruz? Barış ile gurur duyuyorum.”

‘BİR SES BİR NEFES YOK’

Hülya Kılınç’ın ağabeyi Bektaş Kılınç: “Hülya bir haber yaptı, bir düşüncesi vardı. Bu iktidarın hoşuna gitmedi. Bedeli cezaevi oldu. Kardeşim Hülya dört aydır tutuklu ve tek başına kalıyor. Bir ses, bir nefes yok. Bu süreçte bir kez görüştük. Anlatılmaz bir sıkıntı ve acı….”

‘109 GÜNDÜR ÇOCUĞUNU GÖREMEDİ’

Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan’ın eşi Aysel Pehlivan: “Bu davada, yapılan haberi yargılama konusu yapabilmek için yazılmış, lime lime dökülen bir iddianame var. 109 gündür Barış, iki buçuk yaşındaki kızını görmedi, ilk cümlelerini haftada bir yaptığı telefon görüşmelerinde duydu. Nasıl büyüdüğünü mektuplardan öğreniyor, fotoğraflardan izliyor.”

Yeniçağ Gazetesi Yazarı Murat Ağırel’in eşi Dilek Ağırel: “Covid-19 yasakları kapsamında 100 gün sonra geçen hafta bir tek ben görüşe gidebildim. Murat’ın çok fazla kilo verdiğini gördüm. Sekiz yaşındaki kızıma görüşe gideceğimi söyleyemedim. Çünkü babasına olan özlem ve hasreti artık dayanılmaz bir boyut aldı.”

‘UMARIM HUKUKUN GEREĞİ YERİNE GETİRİLİR’

Yeni Yaşam Gazetesi Sorumlu Yazı işleri Müdürü Aydın Keser’in eşi Öznur Keser: “Aydın cezaevine girdiğinden bu yana kendisini ancak iki sefer görebildim, o da camın arkasından telefonla yapılan görüşmelerdi. Umarım 24 Haziran’da hukukun gereği yerine getirilir ve oğlum Asrın’la birlikte biz de bütün bu endişelerden kurtuluruz.”

Yeni Yaşam gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik’in kardeşi Serhat Çelik: “Koronavirüs salgını gerekçesiyle alındığı iddia edilen önlemler tecrite dönüşmüş durumda. Halkın haber alma hakkı için gazetecilik yapan insanlar ceberut muktedirler eliyle psikolojik ve fiziksel işkenceye maruz kalıyor. Bütün bu baskılar Ferhat ve diğer gazetecileri yıldırmıyor ve dimdik duruyorlar.”

Serbest bırakılan Yeni Yaşam Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ferhat Çelik, Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser’den ilk görüntü: