Faşizmin değişen yüzü-Neoliberal çağda faşizm

Yayın tarihi: 25 Mart 2023 Cumartesi 12:34 pm - Güncelleme: 25 Mart 2023 Cumartesi 12:34 pm

Ertürk Akşun

“21. yüzyıl insanının en büyük yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır” – Umberto Eco

Geçtiğimiz aylarda Merdan Yanardağ bir yazı dizisiyle “yeni faşizm” olgusunu tartışmaya açtı. Kendisinin de belirtiği gibi bu kavramı daha önce Ergin Yıldızoğlu bir kitabında ele almıştı. Aslında son on yıldır dünya çapında değerli düşünürler bu konu üzerine enine boyuna tartışıyorlar.

Özellikle 2008 yılında neoliberalizm çöküş emarelerini ilk kez göstermeye başladığında bu tartışmalar daha da şiddetlendi. Çünkü şu mesele anlaşılır olmaya başlamıştı artık:

Neoliberalizm sürdürülebilir değil…

Peki bunun konumuzla ilgisi ne? Yeni faşizm olgusu net bir biçimde neoliberalizmin başlangıcıyla ilgili… Yazının ilerleyen bölümlerinde konuyu açıyor olacağım.

Konuyu neden tekrar tartışmaya kalkışıyorum?

Elbette sebepleri var. Birinci sebebi, böylesi önemli bir konu ne kadar tartışılmaya devam edilirse o kadar iyidir. İkincisi “yeni faşizm” kavramını “yeni ortaçağ” kavramıyla ve neoliberal çağın bir yansıması olarak birleştireceğim.

Evet bu iki kavram birbirini beslemektedir.

Merdan Yanardağ “yeni faşizm” kavramını ülkemizde yaşanan yeni faşizm türü olan “İslamo faşizm” kavramını açıklamak için, yani daha doğrusu konuyu daha çok o yönüyle ele alarak kullanıyor. Ben başka bir katkı yapmaya çalışacağım. (Bu çok yerinde bir tespit, çünkü ülkemizde İslam’ın yükselişi tamamıyla neoliberalizmin hâkimiyetiyle ilgili ve AKP iktidarı Türkiye’de gelmiş geçmiş bütün partiler içinde neoliberal ekonomiyi en katı şekilde uygulayan partidir.) Benimkisi ise daha küçük bir ek yapma çabası.

Elbette ortada yeni bir kavram varsa ve bu kavram “yeni” diye bir başlık alıyorsa, eskisi üzerine durmak zorunluluk teşkil ediyor. “Yeni faşizm” kavramını ortaya atmak, artık klasik faşizm tanımının dışına çıkıldığını ifade ediyor.

O halde öncelikle klasik faşizm tanımından işe başlamamız gerekiyor.

Faşizmin net bir kavram olarak kullanılması, İtalya’da Benito Mussolini tarafından kurulan, otoriter devlet yapısını ifade eden radikal aşırı milliyetçi bir partinin ortaya çıkmasıyla başlıyor. İlkeleri ve öğretileri, Giovanni Gentile tarafından La dottrina del fascismo adı altında yazılmıştır. Benito Mussolini’nin kurucusu olduğu Ulusal Faşist Parti’nin İtalya’da iktidara gelmesinin ardından, faşizm birçok milliyetçi ideolojiye örnek olmuştur. Hitler’in nasyonal sosyalizmi ve Franco’nun falanjizmi faşizmden çok etkilenmişlerdir demenin ötesinde neredeyse sadece isimde farklılık gösterirler.

Faşist düşünce sınırları belirlenmiş ulus devletleri, ulusal camianın kitlesel seferberliğini teşvik eden totaliter bir devlet yoluyla bütünleştirmeyi amaçlarlar. Faşist ideolojiye uygun ilkelerle birlikte ulusu örgütlemeyi hedefleyen bir öncü partiye sahip olmayla nitelenirler. Faşist ideoloji, liberalizme, demokrasiye, Marksizm’e, sosyalizme karşıdır. En temel özelliklerinden biri de güçlü bir lidere bağlılık ve aşırı milliyetçilik ile militarizme verilen önem gibi ortak özelliklere sahip olmasıdır. Faşizm, siyasal şiddeti, savaşı ve emperyalizmi ulusal ihyaya ulaşmak için bir araç olarak görür ve güçlü ulusların, daha güçsüz ulusların yerine geçerek topraklarını genişletmeye hakkı olduğunu ileri sürer. Faşizm güçsüz olan her şeye karşıdır diyebiliriz, devlete, güçsüz diğer uluslara, güçsüz sınıflara… Bence bu kısım önemli…

Faşizmde, toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan tek ideolojiye bağlılık bir zorunluluktur. Bu tanıma küçük bir ek yapma ihtiyacı doğuyor; faşizm, uygulanması zor olan ideolojinin, zor aygıtları tarafından dikte edilmesidir de diyebiliriz. Bunun en iyi örneği, 12 Eylül faşizmidir. 24 Ocak kararları gibi, toplumun kabul etmeyeceği ekonomik kuralların, ancak asker zoruyla topluma kabul ettirilmesidir. Yani 12 Eylül faşizminin temelinde, 24 Ocak kararlarının zor unsurlarıyla topluma kabul ettirilmesi veya uygulanması yatar.

Tanıma devam edelim. Toplum, gerek devlet gerekse iktidarın dünya görüşüne göre ve lider ilkesine göre örgütlenir ve şekillendirilir. Basın ve yayın kuruluşları mevcut ideolojiye göre yayınlar yapmaya zorlanır. Hâkim görüşe zıt düşünceler ve muhalif seslerin çıkması çeşitli baskı unsurlarıyla önlenir. Aykırı yayın yapanlar sansürlenir, kapatılır veya başka türlü yollarla engellenmeye çalışılır. Böylece hâkim düşüncenin karşısına farklı düşüncelerin çıkmasının önüne geçilmiş olunur ve tek tip düşünce, toplumda baskın hale getirilir. Faşizmin boyutu, bu koşulların ne kadarının somut olarak uygulamaya geçirildiğiyle doğru orantılıdır.

Sanırım şu kısa tanımlardan bile, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir ideolojiye sahip olduğunu çıkarabiliriz.

Faşizmin teknik olarak tarifini yaptıktan sonra, faşizmin oluşum sürecine de bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

Faşizmin ilk temellerini ulus devletlerin ortaya çıkma sürecinden başlatabiliriz. İktisadi olarak Merkantilistlere kadar götürebiliriz. Merkantilistlere göre, politikanın temel amacı, ülkeye giren altın-gümüş miktarını artırmak, ülkeden çıkan altın-gümüş miktarını ise azaltmaktadır. Bu sayede sürekli dış ticaret fazlası vermek, yani ihracat gelirleri ile ithalat giderleri arasındaki dengeyi sürekli pozitifte tutmak hedeflenir. Çünkü sadece sürekli olarak dış ticaret fazlası veren bir ülkenin zenginleşebileceğine ve askeri-siyasal açıdan güçlenebileceğine inanılır.

Merkantilistlerden sonra ulus devletin tanımlanmasında milliyetçilik ve millet kavramı öne çıktıkça, faşizmin de temelleri yerine oturmaya başlar. 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başı tam da bu yüzden büyük yer değiştirmelere ve büyük acılara sahne olmuştur. Ülkeler arasındaki mübadeleler sonucunda milyonlarca insan hem topraklarından hem de canlarından olmuştur. Kırım Savaşı’ndan sonra Rusya’dan göç etmeye zorlanan beş milyona yakın Çerkez’den ancak iki milyon kadarı hayatta kalabilmiştir. Ülkemizde yaşanan zorunlu Rum göçü ve ülkemize gelen Batı Trakya Türkleri, sonrasında Bulgaristan’dan göçenler vs… liste uzayıp gider.

Faşizmin bir başka temelini de yine başka bir iktisadi sistemde bulabiliriz. Maltusçuluk diye anılan bu sistemin, fikri temeli şudur: Uygun şartlarda herhangi bir kısıtlayıcı faktör (salgın vb.) yoksa popülasyon geometrik dizi biçiminde artar (2, 4, 8, 16, 32, 64, …), oysa besin maddeleri aritmetik dizi biçiminde artar (1, 2, 3, 4, 5, 6, …). Doğada aradaki bu fark, popülasyonda bazı bireylerin ölümlerine neden olur ve bir denge sağlanır.

Bu düşünceleri nedeniyle Malthus geç evlenmek, az sayıda çocuk sahibi olmak vb. hareketlerin teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Yine Malthus’a göre toplumsal sefaletin en büyük nedeni alt sınıflardı ve bu yüzden bu tür bir nüfus planlaması üst sınıflardan ziyade alt sınıflara uygulanmalıydı. Fakir halk kesimlerine yapılan (özellikle kamusal) yardım programlarına karşı çıkmıştır. Her türlü toplumsal müdahaleye ve yardıma muhalif olmuştur.

Marksist yorumculara göre Malthusçuluk, kapitalizmi suçsuz çıkarmak ve herhangi bir sosyal sistemde, işçi sınıfı için yoksulluğun kaçınılmazlığını ispat etmek için burjuva ideologlarının yanında yer alan bir çabadır. Aynı zamanda bu düşünceye göre bu doktrinin amacı, kötü koşulların nedenlerini gizlemek ve kitleleri kapitalist sisteme karşı mücadeleden saptırmaktır.

Faşizm temelinde bu tür fikirlerden beslendiği için sanıldığının aksine Hitler sadece Yahudi soykırımı yapmamıştır, tüm alt sınıflara, komünistlere ve emekçi sınıflara karşı büyük bir kıyım uygulamıştır.

Örneğin büyük bir soru önümüzde durmaktadır. Batı ilk başlarda neden faşizmi desteklemiştir?

Hitler, Mussolini, Franco, Japonya, sosyalizme karşı, Batılı güçler tarafından neden pompalanmıştır? Örneğin Franco’nun İspanya Cumhuriyetçilerine karşı giriştiği darbe neden Batılı güçler tarafından desteklenmiştir?

Faşizm tanımına şu eki yapmakta da fayda vardır. Demokrasi demek kuvvetler ayrılığı demektir. Kuvvetler ne kadar bağımsız ve birbirinden ayrıysa demokrasi tanımına o derece yaklaşılır. Kuvvetler birleşir ve tek elde toplanmaya başlarsa ise buna faşizm denir. Yani kısacası, demokrasinin diğer bir ucu faşizmdir.

Bu noktada otokratik kapitalizm dönemindeki faşizm tanımıyla, neoliberal dönemdeki faşizm tanımı birbirinden ayrılmaktadır. Her ikisinde de tüm güç tek bir elde toplanır ama otokratik kapitalizm döneminde bu çok görünür bir durumken, neoliberal dönemde gücün tek bir yerde toplanması görünmez bir hal alır.

Otokratik kapitalizm döneminde baskı unsuru daha çok ordu iken, neoliberal dönemde bu baskı unsurunun yerini mafyatik bir düzen alır. Tam bu noktada neoliberal dönemdeki faşizm, ortaçağ düzeniyle benzerlik gösterir. Ortaçağ mafyatik bir düzendir, neoliberal dönem de mafyatik bir düzendir. Bunu da yazının ilerleyen bölümlerinde açacağız.

Bulgar devriminin lideri Dimitrov faşizmi, “Faşizm finans kapitalin en gerici, en bağnaz, en şoven (milliyetçi) ve en emperyalist unsurlarının açık zorba (terörist) diktatörlüğüdür!” şeklinde formüle edilmişti. Neoliberal düzende asıl sistemin sahibinin küresel finans kapital olması şaşırtıcı değildir.

Faşizm özellikle Almanya’da ideolojik eksenini ırkçı milliyetçiliğin oluşturduğu ve işçi sınıfının geri kesimlerini de içine alan bir küçük burjuva hareketi olarak gelişmiştir. Günümüzde ise faşizmin asıl dayanağı üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçlerdir.

Burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı elde edemediği koşullarda, yani bir bakıma “pat” durumuna özgü bir rejimdir. Asker ve sivil bürokrasiyi de içeren küçük burjuva karakterli bir hareketin alt sınıflara, sınıf dışı kesimlere (lümpen proletarya) tutucu taşraya dayanarak iktidarı ele geçirmesi demek olan Bonapartizm ile “faşizm” arasında benzerlik kuran faşizm tanımları yaygındır.

“Parti iki taraflı bir oyun oynamak zorundaydı. Bir yandan Strasser, Goebbels ve Deli Feder, nasyonal sosyalistlerin gerçek ‘sosyalist’ ve para krallarının düşmanı olduklarını bar bar bağırarak halkı aldatırken, öte yandan, partinin yaşaması için para sahiplerinden bol bol para sızdırılması gerekiyordu. (…) Hitler, 1931 yılının son yarısında Almanya’yı baştan başa gezdi, iş çevrelerinin belli başlı kişileriyle konuştu. Bu konuşmaların bir kısmı çok gizli geçiyor, dağ başlarında, tenha yerlerde yapılıyordu.” (William Shirer, 1968: 230. Nazi İmparatorluğu, 1. Cilt, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul)

Kuşkusuz, faşizm bir burjuva devlet biçimidir ve son çözümlemede diğer burjuva diktatörlükleriyle aynı sınıfsal içeriğe sahiptir. Sermaye sınıfının sadece tekelci kesimlerinin değil, bütün kesimlerinin çıkarlarını temsil eder. Başka bir anlatımla faşist devlet ve faşist ideoloji, devrimci bir tehdit altındaki tekelci sermaye ve onunla bağımlılık ilişkisi içindeki diğer sermaye kesimlerinin tarihsel çıkarlarını korumaya yönelik bir mutabakata dayanır. Şiddete dayalı, dolayımsız ve çıplak bir burjuva diktatörlüğüdür. Faşizm sermaye sınıfı için kalıcı bir istikrar sağlamayı hedefler. Toplumsal muhalefetin yenilgiye uğratılmasının üzerinde yükselir.

“Faşist öğretinin temeli, devletin özü, ödevleri ve amaçlarının kavranılmasıdır. Faşizm için (devlet) birey ve grupların karşısında göreli olanın oluşturduğu bir mutlaktır. Birey ve gruplar devlete ait oldukları ölçüde kavranabilirler. Liberal devlet kolektivitelerin gelişmesini yönetemez; sonuçları kaydetmekle yetinir. Faşist devletin kendisini ‘etik’ kılan bir bilinç ve iradesi vardır. (…) Faşizm için devlet, yalnızca yurttaşların kişisel güvenliğiyle ilgilenen bir gece bekçisinden ibaret değildir. (…) Faşizmin kavradığı haliyle devlet, manevi ve ahlaki bir olgudur. (…) Devlet yalnızca şimdiki an değil, aynı zamanda geçmiş ve en önemlisi gelecektir.”

Bu tanımı yaptıktan sonra, asıl düşündüklerimi baştan söylemenin zamanı geldi, yani yazının amacı faşizm tahlili yapmak değil. Daha çok bugünü anlamak ve bugün yapılması gerekenler üzerinden strateji belirlemek. İki konuyu önemli buluyorum ve yazının asıl hedefi bu iki soruya cevap aramaktır. Geçmişte yapılan faşizm tanımlamaları günümüz siyasetini anlamakta ne kadar faydalı? “Yeni faşizm” olgusu nasıl oluştu? Bu yazının amacı “yeni faşizm” olgusunun oluşum koşullarına bakmak.

Neoliberalizmin yarattığı çok değerlenmiş veya yaratılmış olan “ben” olgusu yeni faşizmin ana unsuru olabilir mi?

Yeni faşizmin görünürdeki en temel özelliği, her şeye evet diyen ama ideolojik olarak bireye ve topluluklara hiçbir yaşam alanı bırakmayan, yumuşak yüzlü oluşu mudur?

Neoliberalizmden önce, otokratik kapitalizm döneminde devletin baskı araçları faşizmin ana dayanağı iken, şimdiki faşizmde öne çıkan, altyapı unsurlarının oluşturduğu ideolojik baskı araçları mıdır? O yüzden bu yazıda tekrar Luis Althusser’e bakmak zorundayız.

Bir ortaçağ adalet sistemi olan linç kültürünün, günümüz faşizminin adalet olgusuyla nasıl bir ilişkisi var?

Örneğin; faşizm neye, hangi örneğe ya da ölçüye göre “en gerici” ve “en emperyalist” veya “en milliyetçi” ya da “en bağnaz” burjuva diktatörlüğüdür? Diğer taraftan, tekelci sermayenin daha az emperyalist, daha az gerici, daha az şoven ve daha az terörist kesimleri hangi ölçüye göre belirlenecektir? Bu tasnif her yerde ve her durumda geçerli midir?

Peki solun, sosyalistlerin faşizm tanımında yer alan argümanlar, gerçekten tatmin edici midir ya da Merdan Yanardağ’ın “yeni faşizm” ile ilgili yazdığı makalede yaptığı, “Daha da önemlisi şudur; aşırı genellemeci bu tanım, sadece teorik ve akademik bir tartışma alanı olarak kalmamıştır. Tersine bu tanım, dünyada ve Türkiye’deki sosyalist hareketlerin ittifaklar politikasından mücadele taktiklerine kadar somut politik pratiklerini belirlemiştir. Örneğin, faşizm tehdidi altındaki ülkelerde ittifak yapmak için gerici, şoven, emperyalist olmayan ya da daha az milliyetçi, ırkçı ve zorba olan burjuva fraksiyonlar aranmış ve buna uygun cephe siyasetleri geliştirilmeye çalışılmıştır…” tespiti doğru değil midir?

Haftaya yukarıda giriş niteliğinde bahsettiğimiz olguları açarak devam edeceğiz.