1950’lerden bu yana neredeyse bütün iktidarların değişmeyen en önemli siyasi çizgisi, dış politikayı bir iç politika malzemesi olarak kullanılmaları ve her sıkışmada, en son Joe Biden örneğinde olduğu gibi, işaret edilen ama adı bir türlü konulmayan “dış mihrak” vurgusu yapmaları!
Türkiye gibi Jeopolitik önemi olan bir ülkeye yönelik “dış mihrakların” müdahalesi “sırmış” gibi sunulsa da hiç biz zaman sır olmadı...
1945 sonrası Marshall planın da, 1952’de NATO’ya alınmak için Kore’ye asker gönderme de, 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de ABD’nin rolünün bir sır olmadığını herkes biliyor!
1960’ların ikinci yarısından itibaren siyasal İslamcıları desteklemek de, 1980 öncesi yükselen solu ezmek için, 1 Mayıs 1977 katliamı da, Maraş ve Çorum katliamı da bir sır değildi…
1989 sonrası siyasal İslamcı örgütlerin desteklenmesi, Afganistan’da başlayıp Kuzey Afrika’ya kadar uzanan kan denizinin yaratılmasında ABD ve ABD’nin liderliğindeki NATO’nun rolü ve bilimum istihbarat örgütlerinin rolü de sır değildi…
Hem NATO üyesi olacaksınız, hem ABD’yi en önemli stratejik ortak olarak niteleyeceksiniz, kendinizi de BOP’un “Eş Başkanı” olarak nitelendireceksiniz, sonra da Joe Beiden üzerinden muhalefete vurmak ve kendi tabanınızın aldatılmaya hep açık duygularını okşamak için iç siyasette “anti-Amerikancılık” yapacaksınız!
İktidar da bunun böyle olmadığını biliyor ama siyasal ömrünü uzatmak için bunu kullanıyor. Dünkü kadar etkisi olmadığı görülse de” Küresel dış mihraklar” karşısında “meydan okuyan” bir iktidar algısı dışarıda değil ama içeride halen iş yapıyor…
Bu nedenle 70 yıldır, giderek küreselleşen dünyada “dış mihraklar” çok biliniyor olsa da hep bir “sır” havasında sunulur. Örneğin AKP ve özel olarak Erdoğan, Sanki Trump’ı, Putin’i hatta Merkel’i iç politikanın göbeğine kadar taşıyan başkalarıymış gibi, hem taşırlar, hem de sonra vatandaşa dönüp “bunların müdahalesine izin vermeyeceğiz” edebiyatı yaparlar…
Bazen de Beiden örneğinde olduğu gibi içeride ona mümkün olduğu kadar üst perdeden küfür edilirken, Trump sanki Türkiye dostuymuş gibi onun “Erdoğan beni dinler” sözünden bile utangaç bir şekilde de olsa övünç payı çıkartılmaya çalışılır. Üstelik dün “akıllı ol” denilen, FETÖ, Halkbank ve Brunson gibi önemli konular üzerinden oynanan başkasıymış gibi davranılır…
Turist sayısının düşmesinden ekonomik krize, TL’sinin değer yitirmesinden Kürt meselesine, medya özgürlüğünden inanç özgürlüğüne kadar çözülemediği için tıkanan veya çözülmek istenmeyen her konu ülkemizde “dış mihrakların” yarattığı sorun olarak sunulur ve bunun da ciddi bir alıcı hep olur!
SORGULAYINCA SONUÇ DEĞİŞİYOR!
Joe Beiden’ın bağımsız ve egemen bir ülkeye karşı söylediği sözler kabul edilir olmasa da asıl sorun hamaset de, ajitasyon da değil, emperyalizme karşı alınacak tavır da düğümlenmektedir. Sorgulanması gereken asıl sorun budur?
Biz “dış müdahalelere” neden bu kadar açığız?
ABD’nin gerek doğrudan, gerekse de NATO üzerinden Türkiye’de akla gelebilecek her alanda, siyasetten ekonomiye, silahtan ilaca, akademiden tarikatlara ve cemaatlere kadar etkisinin nedenlerini sorgulamayacak mıyız?
ABD’nin özellikle 1950’den sonra Türkiye’de ve bölgede “Yeşil Kuşağın” örgütlenmesine ve FETÖ’ye verdiği desteği sorgulamadan “anti-emperyalizm”den bahsedilebilir mi?
ABD’nin 1950’den bu yana askeri birliğin yanı sıra zaman içinde “siyasi bir ittifak” dönüşen NATO üzerinden Türkiye üzerindeki etkisinin “dış mihraktan” daha çok görünen ve görünmeyen yüzüyle “kurumsal ve yapısal” ilişkisini sorgulamadan “anti-Amerikancı” olunamayacağını sorgulamayacak mıyız?
Türkiye kamuoyunu etkilemek için her fırsatta “anti-Amerikancılık” yapanların, Kaddafi operasyonunda İzmir’i NATO üssü olarak kullandırdığını, Kürecik’in ABD çıkarları için İran’a ve Rusya’ya karşı, İncirlik’in de bütün bölgeye karşı önemli bir ABD üssü olduğunu sorgulamayacak mıyız?
Bu kadar afra tafra yaparken, 2,5 milyar dolar verdiğimiz S400’lerin, 1 milyar 200 milyon dolar verdiğimiz F35’lerin akıbetlerini sorgulamayacak mıyız?
Bunları sorguladığımızda Sanders’ı tasfiye etmek için “Derin Amerika”nın öne çıkardığı Biden’la, sağ popülizmin ve vahşi kapitalizmin sembolü Trump arasındaki farkın hızla yok olduğunu göreceğiz…
Bunları sorguladığımızda “dış mihrakların” müdahalesinden uzak kalabilmenin yolunun hamasetten değil, güçlü bir demokrasi, hukuk ve kamucu bir ekonomiden geçtiğini göreceğiz…