Bir sabahtı… kadim zamanlardan kalma…
Ben zorlu yellerin estiği… kar fırtınasının
Koca koca dağları titrettiği bir yerden geliyordum.
Ağır yaralıydım… zorla… sendeliye sendeliye yürüyordum… silahımın tetiğini çekemeyecek kadar donmuştu parmaklarım. Bunu bilmeyen aç kurtlar, uluyor… peşimi bırakmıyordu.
Düşmemi bekliyorlardı.
N’yapıp yapıp sana erişmeliyim… her şeyi anlatmalıyım sana… tek tek…
Seni sevdiğimi… çok sevdiğimi bilmiyorsun. Bunu söylemeliyim sana… “Çok güzel gülüyorsun” dedim ama…
Köşe bucak… durmadan beni arıyorlar. Çünkü her şeyi gördüm…
Her şeyi gördüm… Roza Lüksemburg’u su kanalında nasıl boğdular… Lorca’yı nasıl parçaladılar… Bezirci’yi nasıl boğdular dumanla. Hepsini gördüm… hepsini tarihin taşına yazıyorum.
Yolda bilge bir insana rastladım. O bilge insan Orhan İyiler, bana şunları söyledi:
“Devrimci pratiğimiz sürecinde zaman zaman taban tabana karşıt iki insan tipiğiyle sık sık karşılaştık. Bunlardan biri kendi bencilliyle alabildiğine soysuz, alabildiğine onursuz yapıdaydı. Ötekiyse bunun tam karşıtı, özverisiyle alabildiğine onurlu ve yüce. Biri bencilliğinde ne denli yozlaşmış, kendi içine kapanık ve onursuzsa, öteki o denli başkalarına bir güneş gibi o denli onurlu. Yozlaşmanın duracağı hiçbir yer yoktur. Artık bundan sonra daha çok soysuzlaşmaz olmaz denemeyeceğini öğrendik. Tıpkı özverinin bundan iyi örneği bulunamaz denemeyeceğini deneyimlerimizden öğrendiğimiz gibi.
Sınıflı bir toplumda, ekmeğin suyun yaşamın gittikçe kısıtlanıp yoksullaşmaya gittikçe kendi kendinde tükendiği bir toplumda her iki yapının da birbirine karşıt yönde hızla yoğunlaşmaları kaçınılmaz bir olguydu.”
Bilge insan burada sustu… sonra şöyle sürdürdü konuşmasını, “Nesnel koşulları ortadan kaldırdığımız zaman, bana öyle geliyor ki tüm savaş bu iki insan yapısının kesin uzlaşmazlığında, birbirini kesin yenme, yiyip ortadan kaldırma savaşında yatmaktadır.” (x)
Bilgelerden aldığım güçle sana geliyorum… Patlayan dağlardan kopan sivri kayalar üstümde sana geliyorum.
Sakın acele etme… Her şeyi… her şeyi, çektiklerimi… çekemediklerimi… hepsini… hepsini anlatacağım sana…
Sabah olmak üzere… güneşin kırmızı çizgisi belirdi ufukta… bir sabahtı… ben yoldaydım sana geliyordum.
Yeni bir toplum kuruluşuyla geliyorum. Bu toplumda, ekmek… toprak… su… hiç kimsenin olmayacak.
Beni bekle… hepsini… hepsini anlatacağım sana…
(X) Orhan İyiler, Birgün Bile Yaşamak, Ceylan Yayınları, İstanbul 1997, y.
133