Kolektif Batı’nın Türkiye’yi aldatma tarihi çok eskilere dayanıyor. Sadece Avrupa Birliği (AB) ile temcit Pilavı misali bitmek bilmeyen ve adeta bir sarmal etrafında dönüp duran sonuçsuz münasebetler tarihçesi bile buna en tipik örneklerden birisini teşkil ediyor. Ankara’nın “Batılı Partnerleri” ile AB eksenindeki karşılıksız aşk geçmişinin önemli milatlarından biri 1987 yılıydı. Bu tarihte Türkiye yönetimi AB’ye resmi üye olmak amacıyla başvuruda bulunmuştu. Ne var ki bırakalım üyeliği, üye adaylık statüsünün elde edilmesi bile tam 12 yılı, yani 1999 senesini bulacaktı. Her ki tarihten bu yana köprülerin altından çok sular aktı ancak değişmeyen tek şey, Türkiye’nin AB kapısında bekletilmeye devam edilmesi ve bu konuda reel anlamda hemen hemen tek bir santim yol alınamayışı oldu. Brüksel ise bu süreçte mevcut şartlarının üstüne yepyeni koşullar koymayı sürdürmekte tereddüt etmedi. Genel olarak Batı, Türkiye’den hep işine geldiği kritik zamanlarda istifade etmekten ise hiç vazgeçmedi. Söz gelimi Sovyetler Birliği’ne karşı Amerikan roketlerinin yerleştirilmesi hadisesinde olduğu gibi. O zaman Amerikalılar otuz iki dişlerini göstererek kovboy sırıtışı ile Türkiye’nin “yardımını” selamlamışlardı. Ancak Okyanus ötesi için işler hep de arzu ettikleri gibi gitmedi. Ne zamanki Türkiye bağımsız iradesiyle Rus S-400 füze sistemini satın aldı, işte o vakit Amerikalıların bu Orta Doğu müttefikini yeni nesil F-35 bombardıman uçakları ile yeni F-16’ların satış programından çıkarması neredeyse an meselesi oldu.
Avrupa’nın demokrasi-özgürlük kriterleri, kimi kime karşı silahlandıracağını da kapsıyor
Avrupa’sından Kuzey Amerika’sına kadar Batı dünyasının Türkiye ile yürüttüğü iki yüzlü ilişkiler düzleminin bir yönünü de, Avrupa ve ABD’nin Suriye ve Irak’taki silahlı Kürt unsurlarını Türkiye’ye karşı silahlandırma ve politik olarak kullanma gayretleri oluşturdu. Türkiye’nin sözüm ona AB müttefikleri ve Vaşington, İsveç’in Ukrayna üzerinden yapmakta olduğu gibi, Türkiye’nin güney sınırlarının ötesindeki ayrılıkçı oluşumlara silah pompalamaya devam ettiler. Keza, Türkiye’nin güney komşularında üstlenmiş separatist Kürt hareketinin en güçlü finansal akışının eskiden beri Avrupa’dan olması da çoktandır alışılageldik ve birilerince adeta kanıksanan bir durum oluverdi. Bütün bunlar olagelirken ve Türkiye tarafı ilgili konulardaki hoşnutsuzluğunu yansıttığında, Avrupa başkentleri Ankara karşısında; “demokrasi”, “otoriterlik”, “özgürlüklerin bastırılması” argümanlarını konjontrürel olarak ve politik ihtiyaçlar çerçevesinde kullanma alışkanlığından ise tabii ki taviz vermedi.