Bizim gibi çocukluğu seksenli yıllara denk gelenler bilir. O zamanlar kaynana yanına gelin gitmek diye bir tabir vardı. Yani bir evin içinde iki aile sanki tek bir büyük aileymiş gibi yaşayıp gidiyordu. E haliyle olaylar, olaylar, olaylar… Boşuna demedik ‘anlatın roman olsun’ diye. Mesela Pearl Buck gelininin gözünden bir kayınvalidenin öyküsünü anlatan Ana adlı kitabıyla Nobel aldı. Daha doğrusu gelinlikten başlayıp kayınvalideliğe evrilen bir kadının hayatını anlattı. Kendi halinde sen ben gibi yaşayan bir ailenin hikayesiydi Nobel’i alan.
Yani bu aile meselesi çok bereketli bir mesele. Başyapıtlar, günlük hayatın hengamesi hep bu ‘mekânda’ geçer. Ve soru hep aynıdır: Bu mekânın sahibi kimdir? Bence bu aralar kesinlikle Nur Sürer. Zira yine kavuruyor ortalığı iki gözümün çiçeği. Çünkü her kayınvalide bir zamanlar gelindi. Telli duvaklı ince belli bir gelincik nihayetinde önce kocasının sonra da oğullarının biriciğidir. O hoyrat yıllar geçer hem de vurup da geçer. Artık o köşe minderinin ya da tekli koltuğun sahibi çoktan rahmetli olmuş yerini de ‘gelincik’ almış olur. Ve şansı yaver gidip kocasından hayır gördüyse bir nebze yüreği ferahtır. Peki ya o gelinciğin tek karşılıksız seveni kendi doğurduğu biricik sevgilisi oğluysa. Ve bu oğul da gidip eninde sonunda bir başka gelinciği koluna takıp malum ‘mekâna ortak ettiyse. Siz Oedipus’u yalan mı sanıyordunuz (hani şu babasını öldürüp annesiyle evlenen bahtsız kralı)… Hadi anlatın roman olsun. Köşe kapmaca gibi bir şey bu erkek annesi olma hali. Direnmek nafile. Direnmen nafile Hülya Soykan. Ailenizin ve hatta kuşaklararası akrabalarınızın gözü pek psikoloğu Devin artık bu mekânın fena halde ortağıdır.
Ve bu yazının konusu asla psikoloji değildir. Bir psikoloğun dizi kahramanı olması Aile’yi ‘pisikoloji dizisi’ yapmaz. Zaten öyle de bir dizi kategorisi olmaz. (Yani yoktur inşallah) Hala çıkamadık mesela Kırmızı Oda’dan. Hasılı müstakbel eşinin çaktırmadan terapistliğini yapan gelin hanım sanmasın ki ‘ataerkil düzendir’ düşmanı. Bilakis zamanı geldiğinde kendisinin de yaşayacağı yerinden edilmişliğin vahşi alınganlığıdır esas mesele. Dolayısıyla teli duvağı zaman denen zalim tarafından yere serilen eski gelinin daha fazla ‘erkekleşen’ öfkesidir ailede ataerkil düzeni besleyen. Öyle ya Hülya Soykan da bir zamanlar gelindi. Ve damadın (Aslan’ın babasının) gözü onu görmedi. Çekti gitti bu dünyadan. İçindeki alevler kocaman. Öfkesi ve acısı. “Senin kocan ölür iki gün ağlarsın ama benim oğlum ölür, bir ömür yanarım” İşte budur mekân sahipliğinin manifestosu. Ve bilesiniz ki bu manifesto üzerinden yazılır bizim topraklarda evliliklerin öyküsü.
Hadi anlatın roman olsun. Soykanlar’ın öyküsü ne ki, hangimiz dinlemedik ailelerimizde çekilen kayınvalide kahrını. Ve bu kadar çekerken çektirmek evla değil midir Hülya Soykan’ın adaletinde? Her ailenin tarihi kara mizahla yazılmıştır. Açın bakın albümlere. Kim kiminle yan yana, kim kime küsmüş kim kiminle uzak oturmuş. Şimdi gülümseten bu anılar bir zamanlar o resimlerin kahramanlarını ağlatıyordu. Sözgelimi annemizi sevmeyen babaannemiz bizi severken kendini kaybediyordu? Sanki ağaç kovuğundan çıkmışız gibi. Ailemiz en kırılgan yerimizdir. Ya da kırıldığımızı gerçekten kafaya takan en azından bir kişinin yaşadığı mekândır. Hasılı bütün aileler iyidir. Ne halt edersek edelim en azından dönmeyi umduğumuz yuvadır. Fakat hiç çıkamazsak hiç de dönemeyiz daima annemizin karnında kalırız. Soykanca dersek; anneler oğullarını doğurmaya kıyamazsa oğullar hiç yaşayamaz. Hasılı psikolog Devin’in dediği “Öyle bir zehir ki bu çok sevmek. Bütün kötülüğü çok severek yapıyoruz birbirimize.” Oysa ki aşk zehri tanır bayım (*). Gerçek aşk bu değil.
*Didem Madak : Siz Aşktan N’anlarsınzı Bayım (Kitap : Ah’lar Ağacı/ Metis Yayınları)