Anadolu topraklarında en az bin yıldır süren iki çizgi mücadelesini yan yana yaşama kültürünü savunanlar, farklılıkları bir zenginlik olarak görenler, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diyenler kazansaydı, devlet demokratikleşip, hukukun üstünlüğü birincil tercih olur, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Metin Göktepe, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Musa Anter, Hrant Dink öldürülmemiş olurdu…
Maraş olmazdı, Sivas olmazdı, Çubuk da olmazdı…
Demokratikleşme isteği engellenemezdi…
Ama böyle olmadı!
1989 yılı 12 Eylül 1980 darbesinden çıkışın sembolü gibiydi. SHP 41 ilde belediye başkanlığını kazanmış, 1991’de SHP-DYP arasında hukukun öne çıktığı, devletin demokratikleşmesini önceleyen “ana dil hakkını” bile kapsayan müthiş bir hükümet programı imzalanmış, Demirel bunu meclis kürsüsünden okumuştu…
Ama hayat kağıtların üzerine yazılanlar gibi ilerlemiyordu. Süleyman Demirel’in ve Erdal İnönü’nün imzaladığı hükümet protokolü hukuku öne çıkarsa da, hayatın akışı hukuksuzluk üzerine sanki çoktan kurgulanmıştı bile…
MUMCU CİNAYETİ VE KARANLIK YILLAR
Türkiye’nin en karanlık yıllarının bir dökümü yapılsa 1993 yılı tereddütsüz en başa yazılacak yıllardan biridir. Çünkü;1993 yılı, müthiş siyasi değişikliklere paralel siyasi cinayetler ve halen adı tam konmamış ölümler yılıdır. Bütün taşları yerinden oynatan 1993 yılı, fiili olarak 1996’ya kadar bitmez. Neredeyse dört yıla yayılan uzunca bir yıl olur…
1993’te cinayet perdesi 24 Ocak’ta Uğur Mumcu ile açılır. 24 Ocak’ta arabasına konulan bir bombanın patlatılmasıyla öldürülen Uğur Mumcu’dan sonra, 5 Şubat’ta ANAP’lı Adnan Kahveci trafiğe kapalı bir yolda geçirdiği ‘trafik kazasında’, 17 Şubat’ta ise Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis bir uçak kazasında ölür. ‘Tesadüf bu ya’ 17 Nisan’da da, bu kez Cumhurbaşkanı Turgut Özal geçirdiği bir kalp krizi neticesinde ölür. DYP Genel Başkanı ve DYP-SHP koalisyon hükümetinin başbakanı Süleyman Demirel 16 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı olur.
24 Mayıs’ta Bingöl’de 33 silahsız asker öldürülür. Haziran’da Tansu Çiller önce DYP Genel Başkanı, sonra Başbakan olur. Hem de, İsmet Sezgin ve Köksal Toptan gibi merkez sağın “değişmez” iki önemli ismini yenerek! Çiller’in başbakanlığı ile birlikte “bin operasyon” devreye girer. Mehmet Ağar’ın yetkisi arttırılır, “Özel Harekât” kurulur. Ekibin başında Korkut Eken vardır. Abdullah Çatlı da ekibin çok önemli bir adamıdır.
2 Temmuz’da Sivas Katliamı yapılır… 5 Temmuz’da ise Başbağlar. 14 Temmuz’da Halkın Emek Partisi kapatılır. 12 Eylül’de, Erdal İnönü ‘özel nedenlerle’ SHP Genel Başkanlığı’ndan ve Başbakan Yardımcılığı’ndan istifa eder. Siyasetten çekilir! Ekim ayında Cem Erseven öldürülür. Çiller “PKK'ya yardım eden Kürt işadamları listesini” açıklar ve sonra Bolu-Adapazarı-Sapanca üçgeninde ‘meçhul’ ölümleri beraberinde gelir. Özgür Gündem Gazetesi bombalanır. Sonra bir başka güç daha devreye girer; Hizbullah!
Sayıları bugün bile tam bilinmeyen ve aralarında “çatışmada öldü” ya da “intihar etti” denenlerin de olduğu “faili meçhul cinayetler” arttıkça artar…
Savaş değil, barıştan söz edilmeye başlanan bir dönem hızla geride kalır. Tam 1.500 Kürt köyü bu dönemde boşaltılır...
Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, kumarhane rantı da yine bu gelişmelere paralel büyür…
***
Ne dönem değil mi?
Adları “kendilerinden de devletten de büyük” olan isimler ortaya çıkar: Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Korkut Eken, İbrahim Şahin, Veli Küçük…
Onca cinayete, onca karanlık noktaya ve aradan geçen 30 yıla rağmen, bir ‘Türkiye klasiği’ yaşanmaya devam eder. Sabahattin Ali’den Kanlı Pazar’a, 5-6 Eylül yağmasından bu yana, aklınıza gelecek bütün siyasi cinayet ve katliamlarda olduğu gibi, bu dönemle ilgili olarak bir tek siyasi sorumlu yani Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Genelkurmay Başkanı veya Emniyet Genel Müdürü yargı önüne çıkmaz. Çıkanlar ise sanık değil, tanık sıfatıyla çıkarlar! Çünkü, Türkiye’de “sanık” olması gerekenleri hep “tanık” olarak dinleten, adı konmamış bir “gelenek” vardır!
Bu “geleneği” bozmadan, bu dönemi aydınlanmadan, bu ülkede adalet ve vicdandan bahsedilebilir mi? Devletin demokratik olmayan, hukuksuzluğu öne çıkaran ve en önemlisi ‘devleti ele geçirenleri’ koruyan yapısı değişmeden ‘Faili Meçhuller’ çözülür mü? Bu anlayış değişmeden de, ne 1991-1996 arasındaki dönemin, ne Susurluk’un, ne 2007’de Hrant Dink’le başlayıp Tahir Elçi’ye kadar uzanan siyasi cinayetler döneminin ve tabi Sinan Ateş cinayetinin siyasi sorumluları yargı önüne çıkmaz, çıkartılamaz! Birileri her daim korunmaya ve kollanmaya devam eder. Korunanın adı bazen Evren, bazen Çiller, bazen de Erdoğan olur…
Önceki gün Türkiye’de Uğur Mumcu öldürüldüğü gün 30. kez anıldı, hakkında haklı olarak övgüler dizildi ama “faili belli” cinayet “faili meçhul” olarak kalmaya devam etti!
14 Mayıs seçimine bir de bu gözle bakmalı…
Faili meçhullerin olmadığı, hukukun ve devletin demokratikleştiği, “siyaset, ticaret ve mafya” üçgenin dağıtıldığı bir Türkiye mi, Uğur Mumcu cinayeti başta olmak üzere siyasi cinayetlerin “faillerinin meçhul” olmaya devam ettiği ve ödüllendirildiği bir Türkiye mi?