Yerli ve Milli Yozlaşma

Yayın tarihi: 2 Mart 2021 Salı 2:08 pm - Güncelleme: 2 Mart 2021 Salı 2:09 pm

Siyaset bilimciler demokrasiyi en basit biçimde “Daha iyisi bulunana kadar insana en uygun yönetim biçimidir” diye tanımlar. Ülkemiz Anayasasında da yer bulan demokrasi, dünyada var olan tek yönetim biçimi tercihi değildir. Rejim olarak kuvvetler ayrılığını değil birliğini kabul eden, demokrasiyi açıktan reddeden totaliter sistemler de vardır.

Totalitarizm (totaliter egemenlik) tüm yetkilerin merkezîleştirildiği, devlete mutlak itaat beklenen, diktatoryal bir yönetim tarzıdır. Bu sistemlerde bireysel özgürlüklere izin verilmez ve bireyin yaşamının tüm alanları devlet kontrolüne bırakılır. Çağdaş dünyada da uygulanmış olan bu sistemin çerçevesi “devlet içindeki herkes, devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse” olarak çizilmiştir.

Bu yönetim anlayışı, merkezi otoriteyi zayıflatan güçlere karşı milletin birliğinin ve gücünün devlette cisimleşmesi olarak kurgulanmıştı. Devlet halkın yaşamının tüm yönlerini biçimlendirir, rejimin korunması için her şey yapılabilir.

Totalitarizmde birey yönetime karşı açık ve korunmasızıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğü bulunmaz, yönetim aleyhine fikir öne sürülemez. Lider tek güçtür, her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır, her şeye o karar verir, hukuk odur. Kısacası bu rejimde devletin doğrudan kontrolünde olmayan hiçbir şey olamaz.

DÜNYADA POPÜLİZM MODASI

Anayasalarına göre bazı ülkeler totalitarizmi, bazıları da demokrasiyi benimseyebilir. Türkiye Cumhuriyeti anayasası “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” olarak totalitarizmi reddediyor! Ancak rejimini evrensel hukuk, temel insan hakları ve güçler ayrılığı prensipleri üzerine oturtmuş bazı ülkelerde son yılarda demokrasiden ciddi geri adımlar atıldığı görülüyor.

The Guardian gazetesinin yaklaşık 140 dünya liderinin konuşmalarıyla ilgili bir çalışma yaptırmasından sonra 2019’da yayınladığı araştırma ilginç sonuçlar ortaya koyuyor. Popülist retorik anlamında liderler sıralamasında Venezüella, Bolivya ve Türkiye ilk üç sırada yer alıyor. Sıralama Nikaragua, Meksika, Polonya, El Salvador, Brezilya ve ABD olarak devam ediyor.

Araştırmada popülist yönetimlerin üç ana özelliği tespit edilmiş:

* Mevcut işleyen kurumları ele geçirme girişimleri

* Yaygın yolsuzluklar ve “kitlesel kayırmacılık”

* Sivil toplumu sistematik olarak bastırma çabaları

AÇIKTAN TOTALİTARİZM YERİNE DEMOKRASİNİN YOZLAŞTIRILMASI

Demokrasi ve güçler ayrılığı dünyada genel kabul görüyor. Ancak bazı ülkelerde (demokratik sistem duruyormuş gibi yapılıp) anayasal rejimin temelinden ve özünden uzaklaşılarak sistem yozlaştırılıyor.

“Yozlaşma” kavramı; “Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak. Manevi anlamda değer yargılarını, özelliklerini ve niteliklerini yitirmek, yapının bozulması.” olarak tanımlanıyor.

Bu tür ülkelerde demokratik kavramların sözde varlığı korunuyor ancak bunların içleri boşaltılıyor. Anayasalarda güçler ayrılığı, demokratik seçimler, hukukun üstünlüğü ve temel haklar “varmış” gibi görünüyor, ancak bunlar fiilen (defacto) büyük ölçüde yok ediliyor. Kısacası temel kurum ve kurallar yozlaştırılarak demokratik sistem işlemez ve iş görmez hale getiriliyor.

Popülist güçlü liderlerin işbaşında olduğu bu ülkelerdeki yeni tarz yönetim anlayışına “otoriter rekabetçi demokratik sistem” deniliyor. Asıl siyasal amacın gizlenerek demokratik siyaset kılıfıyla yürütülen otoriter rekabetçi demokrasiler sinsi rejimlerdir. Totalitarizm açıktan savunulmaz ancak özü itibariyle evrensel demokrasiyi reddeder. Bu sistemlerde aslında ‘halkın siyasal iradesinin iğfal edildiğini’ söylemek yanlış olmayacaktır.

 

TEMEL KURUMLAR NASIL YOZLAŞTIRILIYOR?

Otoriter rekabetçi demokratik siyasette her şeyden çok “devlet” öne çıkartılıyor. Bu yapılırken de; dinsel inançlar, dış politikadan beslenen hamasi milliyetçilik, milli beraberlik, iç ve dış tehditler, ülkenin bekası gibi klişe kavramlar araçsallaştırılarak yozlaştırılıyor.

Parlamento iktidar taleplerini meşrulaştıran işlevsiz bir heyete dönüştürülüyor. Kanun Hükmünde Kararnamelerle Meclisin yasa yapma ve iktidarı denetim gücü yok edilerek Yasama Erki yozlaştırılıyor.

Hukuk sistemi yürütmenin ihtiyaçlarını derhal karşılayacak kişilerin hızla terfi ettirilmesi ile şekillendiriliyor. Üst yargı kurumlarının tüm başkan ve üyeleri bizzat atanarak ve açıktan talimatlar verilerek Yargı Erki yozlaştırılıyor.

Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıp (hatta cezaevlerine tıkılıp) yerlerine kayyumlar atanarak anayasal seçme ve seçilme hakkı yozlaştırılıyor.

Ülkenin en seçkin üniversitelerinin başına liyakatsiz kayyum rektörler atanarak nitelikli bilimsel eğitim yozlaştırılıyor.

Gerekli liyakate sahip olmayan yakınlar ve yandaşlar devlet görevlerine atanarak Kamu Yönetimi yozlaştırılıyor.

İhale yasası yüzlerce kez değiştirilerek kamu kaynakları yandaşlara peşkeş çekiliyor. Sorulduğunda “ticari sır” denilerek devletin harcamaları gizleniyor, bütçe denetim hakkı yozlaştırılıyor.
Siyasal parti kongresine telefonla bağlatılan şehit annesinin acılı hıçkırıklarından politik fayda umuluyor. Oğlu şehit olduğu için sabır ve başsağlığı dilemek yerine “ne kadar şanslı olduğu” söylenerek tebrik ediliyor. Acılar siyasallaştırılarak yozlaştırılıyor.

Liste uzatılabilir, ama iktidarın hedeften hiç şaşmadan ülkeyi bilinçli bir irade ile ‘yerli ve milli’ bir tarzda yozlaştırdığı görülüyor.

SİSTEMSEL VE TOPLUMSAL YOZLAŞMA

Sistemsel yozlaşma; yukarıda değindiğim gibi devletin anayasal temel niteliklerini kağıt üstünde bırakarak, defacto şekilde (uygulamada) rejimin dönüştürülmesi ile oluyor.

Toplumsal yozlaş(tır)ma ise; defacto şekilde dönüştürülmüş siyasal sistemi ilelebet yaşatacak bir siyasal tabanın yaratılması çabalarıyla ve planlı şekilde gerçekleştiriliyor. Sistemsel ve toplumsal yozlaşma birbirini besleyerek birlikte büyüyor ve kalıcılaşıyorlar.

İnsanlar ve toplumlar yaşam koşullarının dayatmasından, popüler kültürel ve sosyal etkilere maruz kalmaktan ve diğer sebeplerden, farkına varmadan yozlaşabiliyor. Ancak yozlaşmanın en kötüsü, toplumun tepeden sistematik ve kasıtlı olarak yozlaştırılması olsa gerektir. Bozulmanın tepeden topyekûn ve planlı olması, yozlaşmanın yerli ve milli kimliğini açıkça ortaya koymaktadır.

TEMEL İNSANİ DEĞERLERİN YOZLAŞTIRILMASI

Mevcut siyasal iktidarın oy tabanının ortalama eğitim düzeyi ve sosyo-kültürel profili birçok araştırma ile ortaya konulmuş durumdadır. Bu siyasal tabanın önceliğinin iş ve aş olduğu, siyasal olarak da (giderek artırılan dozda) milliyetçilik ve inanç üzerinden yönlendirildikleri ortada. Bu sosyal kesimin temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve cumhuriyetin temel nitelikleri gibi konulardaki geri gidişleri çok da asli sorun olarak görmedikleri biliniyor.

Görece yoksul ve eğitimsiz kesimlerin temel fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçları giderilmeden daha üst seviyede bireysel ve sosyal ihtiyaç talepleri olamıyor. Bu gerçeği “Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi” kuramından zaten biliyoruz. Ancak bu kesimlerin (hiç olmazsa inançlarının da gereği olan) temel insani değerleri önemsemeleri ve içselleştirmeleri beklenmez mi?

Yaşadığımız dönemde mevcut siyasal yozlaşma ile birlikte toplumsal yozlaşmanın da arttığı, binlerce yıllık kültürden süzülüp gelen insani değerlerin de hayli yıpratıldığı görülmektedir. Oysa bu ülke halkının en yoksul dönemlerinde bile temel insani değerleri önemsedikleri bilinir.

Dürüstlük, adillik, yalan söylememe, haksızlıklara karşı durma, vicdanlı olma, zayıfın ve ezilenin yanında olma gibi temel insani değerler neden eski itibarını yitirdi? Nasıl tüm gayri insani ve gayri ahlaki eylemlerin arkasında bu denli vicdan rahatlığı içinde duruyorlar?

DOĞRUYLA YANLIŞIN FARKINI ÖNEMSEMEYEN TOPLUM

Gerçeklikten büyük ölçüde kopan iktidar, yarattığı sanal dünyada topluma pembe dünyalar çiziyor. Reel dünyada mutsuz olan siyasal tabanın da gerçeklikten koparak bu sanal dünyada mutlu olmanın yollarını aradığı görülüyor. Toplumun bu kadar masala, olmayacak vaatlere böyle kolayca inanması başka türlü sağlanabilir miydi?

* 2023’te dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğimiz, kişi başına milli gelirin 25 bin dolara çıkacağı söylendi. Milli gelir vaat edilenin dörtte biri seviyesine indi, kimse “n’oluyoruz, neden sürekli fakirleşiyoruz?” diye sormadı.

* 2003’den beri 30 kez “doğal gaz bulduk, petrol bulduk” denildi, “nerde bu gaz ve petrol, niye bunları bu kadar pahalı tüketiyoruz?” diye sorulmadı.

* Yerli ve milli otomobilimizi, uçağımızı, uçak gemimizi ve her bir şeyimizi yapacağımız söylendi, “nerde kaldı bunlar yahu?”diye sorulmadı.

* Son olarak da “2023’de Ay’a gidiyoruz” dendi, bu da pekâlâ ciddiye alındı. Uzay aracına verilecek isim ve uzaya ilk gidecek kişinin kim olacağı tartışıldı.

UMUDUN VAZGEÇMİŞLİKLE MÜCADELESİ

Her seferinde coşkuyla karşılanan tabansız, ölçüsüz, tutarsız ve olasılıksız tüm vaatler toplumda derhal benimseniyor ama hiç birinin gerçekleşmediği görülüyor.

Vaat edilen süreler geçtiğinde “hani bize şunları söylemiştiniz, neden olmadı bunlar?” diye sorulmuyorsa, rejim başarıya ulaşmış, ideal toplum yaratılmış demektir! Çünkü Alman siyaset felsefecisi Hannah Arendt “Totaliter rejim için ideal kişi, doğruyla yanlış arasındaki farkı artık önemsemeyen kişidir.” diyor.

Felsefeci Hannah Arendt ayrıca; “Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir” diyor. Totaliter nitelikli siyasi yozlaşma tabanını da sosyal ve kültürel eksende dönüştürüyor, kötüleştiriyor. Taban milli ve yerli tarzda yozlaşırken iyilik ve kötülük, gerçek ve yalan ayrımları önemsizleştiriliyor. Geriye sadece “bizler ve onlar” ayrışması bırakılıyor.
Bu sebeplerden ülkede artık ideolojiler, sol ve sağ mücadelesi bitiyor! Geriye sadece iyiliğin kötülükle, gerçeğin yalanla, demokrasinin otokrasiyle, mağdurun muktedirle, umudun ise vazgeçmişlik ve kanıksamayla mücadelesi kalıyor.