Yeni bir yazıya başlamadan evvel kendime hep aynı soruyu soruyorum: “Neden bunları anlatma ihtiyacı duyuyorum?”

Dönüp dolaşıp verdiğim cevap aynı oluyor. Toplumu ve yaşadığım dönemi anlamak ve anlamlandırmak…

Hayatımızın büyük bölümü anlamaya çalışarak geçer. Anlamak önemlidir. Bir duyguyu, bir durumu anlamlı kılabilmek için önce anlamak gerekir. Anlamlandırma çabasının çocukluk evresidir anlamaya çalışmak.

Maalesef uzun zamandır fark ediyoruz ki günümüz yeniden Ortaçağ karanlığına dönmüş durumda. “Yeni Ortaçağ” insanını –ki bu kavramı neredeyse her yazımda elimden geldiğince bir miktar açıklamaya çalışıyorum– dönüştürebilmek için öncelikle onu anlamak zorundayız öyle değil mi?

Yeni Ortaçağ’da insanların neleri kaybettiği, neye dönüştüğü ve dönüştüğü şeyden nasıl tekrar insan haline gelebileceğini uzun uzun düşünüyorum, düşünüyoruz. Bugünün insanı yani uzun bir süredir “Yeni Ortaçağ”ı yaşayan insanın kaybettiği şeylerden bir tanesidir ütopya, bu nedenle bugün üzerinde durup enine boyuna tartışacağımız konu da Ütopya oluyor.
Ütopyanın tarihini, evrimini anlatmak amacında değilim. İnsanlığın geldiği bu son durumda hâlâ ütopyaların mümkün olup olmadığını tartışmak derdindeyim.

Aslına bakarsanız “Neden artık ütopyalar üretilmiyor?” sorusuna da yanıt aramak istiyorum. Baksanıza milyonlarca dizi projesiyle dolu dijital platformlara, edebiyata, kurgulara, kitaplara… Yer gök distopya üretir hale gelmiş, peki bunun sebebi nedir?

“Tekno-ütopya” kavramı üzerinde de durmak istiyorum. Çünkü yeni ütopya diye önümüze sürülen kavramlardan bir tanesi de bu. Tekno-ütopya kavramı bize ne anlatmaya çalışıyor, dijitalleşen dünyada ütopyanın yeri var mı?
Bütün bunlara daha yakından bakalım bu yazıda.

Küresel rekabetçi sistem insan tarifini değiştirirken, insanın gündelik ilişkilerini ve bakışını da değiştirmiştir. Günümüzün insanı anlamaya büyük bir direnç ve isteksizlik göstermekte, anlatılanlara küçümsemeyle, zaten biliyorum tavrıyla ya da kayıtsızlıkla karşılık vermektedir. Maalesef dönüşüm düşünülenden çok daha zor ve çetrefilli…

Günümüz insanındaki bu dirençten dolayı, bilinçlendirme çok daha güç olmaktadır artık. Körleşmiş ve kulakları tıkalı kalmış insanlarda bilincin kendiliğinden oluşmasını beklemek büyük cehalettir. Eylemli bilinç taşıma ancak silkmeyle, zorlamayla ve uzun bir çalışmayla mümkün olabilecektir. Yani bıkıp usanmadan, tartışmak, hatta gevezelik etmek zorundayız.

Marx kendinden önceki filozofları eleştirirken en çok şu tanımı kullanıyor: “Filozoflar, çeşitli biçimlerde, sadece dünyayı yorumladılar, halbuki sorun, dünyayı değiştirmektir.”

*

Peki biz Marx’ın bu görüşünün de çok gerisine düşmüş olabilir miyiz sahiden? “Tüm kavramları yeniden tartışmamız gerekiyor” derken aslında bunu kastediyorum. Dünyayı anlama ve kavrama dönemini belki de yeniden yaşamak zorundayız.

Dilerseniz şimdi birlikte düşünmeye ve tartışmaya başlayalım…

Hayal kurmak bir ütopya mıdır?

*

Hayal kurmak da yetenek isteyen, çaba isteyen, hatta bilgi ve birikim isteyen önemli bir eylemdir. İnsan hayallerinin sınırı kadardır. Çoğu zaman gündelik hayatın sıkıcılığından ve rutininden kaçmak için hayallere sığınırız.

Günümüz kişisel gelişim dininin bize sıklıkla salık verdiği “Hayal et, hayallerinin peşinden git” mottosu gerçekten mümkün mü? Prof. Dr. Tayfun Uzbay Amerika’da yaşadığı bir anısını şöyle anlatıyor:

“Programa göre bana üniversiteyi gezdiren araştırma görevlisi ile ünlü Geisel Kütüphanesi’ni ziyaret ederken, giriş kapısının üzerinde büyük harflerle yazan READ-WRITE-THINK-DREAM yani Türkçesi, OKU, YAZ, DÜŞÜN, DÜŞLE ifadeleri dikkatimi çekti. ‘Burada bir mantık hatası yok mu?’ diye sordum. ‘Neden?’ diye yanıtladı, bana refakat eden. Kendimden emin bir şekilde devam ettim. ‘Her şey hayal kurmakla başlamaz mı? Burada düşle ibaresinin en başta olması gerekirdi’ dedim ve devamında hayatımın önemli derslerinden birini aldım.

‘Bence bir mantık hatası yok’ diyerek konuşmaya başladı refakatçim. ‘Altyapısı olmayan boş hayallerle bir yere varamaz insanlar’ diye devam etti. Sonra ekledi: ‘Akademisyenler olarak hayalleri yeni buluşlar yapmak, bilinmeyen şeyleri bilinir kılmak ya da yerleşik ama günümüz koşullarında sorunlarımıza çözüm getirmeyen teorileri sorgulamak için kurarız. Bunun için önce o konuya dair doğru kaynaklardan çokça okumamız gerekir. Okudukça konu hakkında bilgi sahibi oluruz. Ancak bu yetmez. Okuduklarımızı iyi anlamamız ve bunların anafikrini yazabilecek duruma gelmemiz gerekir.

Tabii okuduklarımızdan anladıklarımızı yazarken aktif biçimde düşünmeye de başlarız. Yeterli birikime erişmiş, okuduklarımızı iyi anlamış ve üzerinde düşünmeye başlamış isek, artık düşlemeye de hazırız demektir. Böyle bir süreçte kurduğunuz hayaller büyük bir olasılıkla yeni buluşlara yol açabilir veya var olan köhne ezberleri bozabilir.’ Kısaca bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma demeye getiriyordu. Bilgi sahibi olmadığın sürece, istediğin kadar hayal kur, hayat boyu gerçekleşmeyecek hayallerin olur.”

Düşlerden ve hayallerden ütopya kavramına geçmek ise daha sistematik ve daha entelektüel bir düş kurma biçimini tartışmaya açmak anlamına gelir.

Ütopya dinsel anlamı olmayan cennet fikridir, cenneti aramak fikridir. Dini inanıştaki yansıması ise aynen şu şekildedir: Âdem’in cennetten kovulması ve yeniden cennete dönme fikri… Cennet olan eski dünya, eski yaşam bir kez yitirilmiştir ve yeniden kurulması imkânsızdır. Yine de ona dönüş mümkündür ancak bu dönüş tanrı inancıyla mümkündür.

Evet ama yine de ütopya ile cennet tarifi arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Cennet fikrinde, emek harcamadan, ağaçların üzerinde hamburgerlerin kendiliğinden yetişmesi vardır, her isteyene yüzlerce huri sunulur, kadınlara da yüzlerce Nuri vardır. Buna karşılık ütopya fikrinde, emek vardır, ortaklık vardır, eşitlik vardır. Sınırlı olanakların sınırsızlığı söz konusudur. Yani sınırlı olanaklara rağmen, birlikte üreterek eşit, özgür bir yaşam vaadidir ütopya. Cennet fikrindeki hayal değildir, akılla elde edilen bir düşüncedir.

Ütopya fikrinin düşlerden ve hayallerden ayrı olarak, toplumsal bir yapısı da vardır. Toplumsal sorunların ortak bilince taşınmasının zorunluluğu da göze çarpar. Sorunların toplumsallaşması ve gelecek kurgusunun bir vektör gibi bir noktaya doğru ilerlemesi gerekiyor. Toplumsal akıl ve kültürel birikimin bir noktaya doğru harekete geçmesi de diyebiliriz buna.

ÜTOPYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ

“Yeryüzünde herkes hayal kurar. Fırıncının çırağı da, öğrenci de, yaşlı bir dede de… Ancak gerçek olan şudur ki hayallerimiz, biz onları taşıyacak cesaret ve azimde olduğumuzda bir değer kazanırlar…” diye yazmıştım bir kitabımda.
İnsan dediğimiz canlı aslında ne düşünüyorsa ya da ne düşünebiliyorsa odur ve o kadardır. Ne hayal edebiliyorsa odur. Buna düşlerin ekonomi politiği diyebiliriz. Her dönemin, her çağın, her sistemin kendi insanı vardır ve her insanın sahip olduğu hayal becerisi de o toplumun genel olarak düşlerini ve hayallerini yansıtmaktadır. Örneğin bir Ortaçağ insanı için köyünün sınırları hayallerinin de sınırları demektir. Kendi köyünün dışında bir hayatı düşleyemeyen insandır Ortaçağ insanı.

Köleci Atina şehir devleti ise estetize edilmiş boş zamanın en iyi örneklerini sunar insanlık tarihine. Atina nüfusunun üçte ikisi köledir, köle olmayan gruptakiler çalışmazlar ve çok geniş bir boş zamana sahiptirler. Bu boş zamanlarını da sanat ve felsefeyle estetize ederler. Bir köleci topluluğun ulaştığı en üst nokta kesinlikle bu olabilir. İnsan varoluşunun temelleri tam da bu yüzden o çağlarda atılmıştır.

Oysa Keşifler Çağı’nın insanı bilinmezi hayal eder ki zaten bu dönemde ve Thomas More “ütopya” kavramını ortaya atar. Keşifler Çağı insanı, bilinmezi hayal edebilen insan demektir.

Aydınlanma Çağı’nın insanı sadece coğrafyalarla sınırlı kalmaz, insanın kendi içine doğru çıktığı müthiş bir yolculuk ve hayal gücünü de kapsar. Aydınlanma Çağı insanının en iyi tarifi insana duyulan sonsuz güven ve inançtır.

Gelelim 16. yüzyıla. Protestan ahlakının oluşması ve kapitalizmle birlikte insanoğlunun düşleri biriktirmeyle sınırlanmaya başlamıştır. Protestan ahlakı dediğimiz şey, çalışmanın kutsallaştırılması ve birikim yapmak üzerinedir. Yeni yeni oluşan burjuvazinin tam da ihtiyacı olan din olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalış ve biriktir, o dönem insanı için hayallerinin gündelik yaşama yansımasıdır da diyebiliriz.

Günümüzün insanı içinse rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: “Hak etmeden, emek vermeden en hızlı biçimde köşeyi nasıl dönebilirim ve nasıl meşhur olabilirim?”

Günümüz insanının ütopyası maalesef bu kadardır. Ünlü Alman psikoterapist Sigmund Freud “İçgüdülerimizin de tarihi vardır” der. Günümüzün aşk anlayışı, seks anlayışı, eğlence anlayışı kendi seçimlerimiz değil. İdeolojik aygıtlar yoluyla bize dayatılan gündelik yaşayışımız ve seçimlerimiz bize düş yolunu da kapatmaktadır.

Sınanması mümkün olmayan bir şanslılık, köşeyi dönme tutkusu ve kendi kendime yeterim hissi günün sonunda gerçeklikten koparılmış, aşırı narsistik insan tipolojisini yaratıyor. İnsanın gündüz yaşadığı gerçeklikle gece kurduğu düş arasında derin uçurumlar yaratıyor bu durum.

Günümüzdeki “hiper uyanıklık” zorlaması, insanların gözlerini kapatmasını ve hayal kurmasını engelliyor. Her an her şeyi kaçırabilirim kaygısı ve düşüncesi içinde yaşayan insan, durmak, beklemek ya da zaman zaman gözlerini kapatmak lüksünü giderek kaybediyor.

Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı adlı kitabında konuyu bakın nasıl tarif ediyor: “Bugün de internet modern öznenin arzulayan özne olarak, deneyim özlemi çeken, şeylerin veya yaşam biçimlerinin hayalini kuran ve bunları hayali ve sanal ortamda deneyimleyen bir özne olarak konumlanmasına katkıda bulunmaktadır. Modern benlik arzularını ve duygularını giderek daha hayali yollardan, metalar ve medya imgeleri üzerinden algılamaktadır. Hayal gücü her şeyden önce tüketim malları piyasası ve kitle kültürü tarafından belirlenmektedir.”

Gelecek kaygısı insanlığı ya geçmişe özlem duymaya ya da kötümser bir gelecek çizmeye zorluyor. Haz düşkünlüğü –anı yaşama mottosuna düşkünlük– zamanı sadece yaşadığı andan ibaret zanneden hedonist bireyler yaratıyor.

İnsanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük pandemilerden birisi de 1300’lerdeki büyük veba salgınıdır. Avrupa nüfusunun tam olarak üçte birini öldüren bu salgın sırasında, Boccaccio’nun Decameron adlı eseri çıktı ortaya. Gelecekten tamamen umudunu kesmiş olan bir grup insan, salgından korunmak gayesiyle bir mağaraya kapanıp, zevk ve sefa düşlerini anlatmaya başlarlar birbirlerine.

Günümüz insanının sahip olduğu haz düşkünlüğü, eski dinlerin yerine yerleştirdikleri, kişisel gelişim dini, tarikatlar, tasavvuf seviciliği, deizm vb. garipliklere sımsıkı sarılması, geçmişe özlem duyması da yine aynı şekilde geleceğe olan inancını kaybetmiş olduğunu gösteriyor. Gerçeğe bilinciyle yani akıl yoluyla ulaşamayan günümüz insanı, kendine sanal gerçeklikler yaratma eğilimi gösteriyor. İnsanlık bir ahlak kisvesine ihtiyaç duyuyor ve günün geçer ahlakına sarılıp hatta sarılmaktan da öte bunu içselleştirip daha da gericileşiyor.

Gericileşen insan ahlak ile ahlak bekçiliği arasındaki farkı da bilmiyor. İnsan ahlaklı olabilir buna kimsenin itirazı olduğunu sanmıyorum ama ahlak bekçiliğine soyunmak tam anlamıyla gericilik argümanının doğallaşmasını sağlıyor.
Bu konu elbette başlı başına bir makale konusu olduğundan fazla uzatmak istemiyorum. Hayalleri ve ekonomi politiğini başka bir yazıda detaylı şekilde tartışabiliriz ileride.

BİR KAVRAM OLARAK ÜTOPYA

Louis Marin ütopyayı şöyle tarif ediyor: “Tamamen farklı bir yere yapılan yolculuk düşüncesidir. Alansız bir alan, zamansız bir an, kurgunun içindeki gerçektir ütopya.”

Bu saf alanda gerçek dünyanın çatışmaları, düşmanlıkları alt edilebilir. Bu boş alanda artık kendi başına buyruk gerçekliğin hüsranlarına yer yoktur. “Ütopya tarafsız isimdir, tarafsızın ismidir” diye de ekler Marin.

Kapsadığı alanda, olabileceklere ilişkin sınırlamalar, yasaklamalar yoktur. Ütopyanın hedeflediği yer, hayal kırıklıkları ve yanılgıların ötesinde bir yer olarak düşünülür. Ütopyanın arzusu da böyle bir çevreyle birlik, bütünlük içinde olmaktır. Bu açıdan ütopya “her yerin ötekisi”dir aynı zamanda.

Ütopya sınırın ötesidir. Sınırın ötesini görme isteğidir. Ütopya, kelime anlamıyla olmayan ülke, olmayan toprak demektir. İlk kez 1516 yılında Thomas More tarafından kullanılmıştır. Grekçe “u” olmayan yani “yok” anlamına gelir. “Topus” ise toprak ya da daha geniş ifadesiyle “ülke” anlamına gelir. Bu nedenle utopus yani ütopyayı olmayan ülke olarak dillendirmek en doğru yoldur.

Ütopya kelimesini ve içeriğini her ne kadar Thomas More’a borçlu olsak da bundan öncesinde de ütopya kavramına yakın çalışmalar mevcut… En bilinen örneği ise Platon’un Devlet adlı yapıtıdır. O zamanki koşullarda gerçekleşebilecek ideal bir site düşü kuruyor Platon ve düşlemekle de kalmayıp bunun nasıl mümkün olabileceğini de tarif ediyor.

YALÇIN KÜÇÜK: ÜTOPYANIN TEMELİNDE İNSAN AKLININ ENGELLERİNİ AŞMAK VAR

Yalçın Küçük, Türk aydınını çözümlediği beş ciltlik Aydın Üzerine Tezler adlı eserinde sıklıkla şunu vurgular: “Türk aydınını çözümlerken, ütopyasının olmadığını, kurgusunun zayıf ve anarşik damarın yok olduğunu tespit ettim… Reddi bilmemek, ütopya fakirliğidir. Anarşizm, mücadeleci reddi, fetiş haline getirmektir.”

Peki Türklerde hiç mi ütopyacı yok? Hüseyin Cahit ve arkadaşlarının Yeni Zelanda’ya gidip bir komün kurma hayalleri vardı. Bazı kaynaklar Türk ütopyacılığı adına bu örneği gösterseler de katiyen ilgisi yoktur. Ütopya sadece hayal kurmak değildir, yeni bir düzenin akılla birlikte hayal olarak organize edilmesidir. İçinde akıl vardır, yönetim şekli vardır…

Ütopya insan aklına sonsuz güveni yansıtır, bu noktada Aydınlanma Çağı’nın öncülü, Keşifler Çağı’nın güveninin bir ürünü olarak karşımıza çıkar. İnsan aklının egemenliği altında toplumsal yapıda bozukluklar olmayacağını salık verir, olursa bile bunun kolaylıkla düzeltilebileceği inancını barındırır.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE ÜTOPYACILAR

İlk ütopyacılar Antik Yunan’da karşımıza çıkar. Bana göre ilk ve en önemli örneği ise Platon’un Devlet’idir. Nedeni ise, yeni bir yönetim şeklini bütün kurumlarıyla birlikte tarif eden bir eser olmasıdır. Olmayan bir ülke hayali kurmaktan ziyade, olabilecek bir yönetim şeklini bize sunar. Mezopotamya kaynaklarında bazı öykülerin içerisinde rastlansa da, Antik Mısır’da parça parça karşımıza çıksa da, bugünkü tarife en yakın haliyle Antik Yunan’da görürüz ütopyacıları.
Platon’un Devlet’i dışında Jumbolos’un Güneş Adaları da en radikal ütopyalardan bir tanesidir. Güneş Adaları’nda komünal bir hayat tarif edilir. Dört yüzer kişilik komünal adalar… Üretim araçları, toprak, atölyeler ve ambarlar hep ortaktır.

“Adada israf yoktur, ama bolluk olabildiğince vardır. Kadın erkek ilişkisi bugünün özgürlükçü anlayışıyla ele alınmaz, ama yine de 2500 yıl öncesine göre olağanüstü radikaldir. Çünkü bundan 500 yıl önce yazılan ütopyalar bile Güneş Adaları’ndaki düzenlemeyi düşünemez. Kadın ortakçılığı da cinsel şehvet nedeniyle değil, bireysel kıskançlıklar ve çatışmalar ortadan kalksın diye vardır. Bu nedenle çocuklar da herkesindir. İş de ortaktır ama bugünden bakıldığında bile, onlar daha devrimcilerdir. Çünkü orada ne iş saatleri ne de uzmanlaşma adına monoton angarya vardır. İstisnasız her iş dönüşümlü yapılır. Adadaki en önemli düzenlemelerden biri de köleliğin kaldırılmış olmasıdır. O tarih dilimi açısından bu büyük bir devrimdir.”

ANTİKÇAĞ ÜTOPYACILARI

Verdiğim örneklerin yanı sıra Kadıköylü Phaleas, Miletli Hippodamos ve Lukianos da yine bu toprakların yetiştirdiği ütopyacılar arasındadır. Sonrasında karanlık bir Ortaçağ dönemi başlamıştır ve yukarıda da belirttiğim gibi insanlık açısından gelecek kurgusu artık kaybolmuş ve yerini ya geçmişe özlem ya da cennet fikrine bırakmıştır.

Keşifler Çağı’nın ardından, Rönesans Çağı’nın yarattığı, Aydınlanma Çağı’nı önceleyen insanlık yeniden geleceğe umutla bakmaya başladığında bu kez karşımıza “ütopya” kavramının mucidi olarak Thomas More çıkmıştır Ütopya adlı eseriyle…
Elbette bununla kalmaz ütopyacılık… Devamı gelir.

Francis Bacon ortaya çıkar ve “Yeni Atlantis” fikrini ortaya atar. Atlantis aslında Platon’un eserlerinde de vardır.
Sonrasında Tommaso Campanella Güneş Ülkesi’ni yazar. Bu üç büyük ütopyacı Aydınlanma Çağı’nı önceleyen yazar ve düşünürlerdir. Fransız Devrimi’nin ayak sesleriyle birlikte yeni ütopyacılar da karşımıza çıkar. Çünkü dünya yeniden ileriye doğru bakmaya başlamıştır. Bu özgüvenle birlikte yeni ütopyacılar da kendilerini göstermeye başlar.
Antik Yunan’da da, Aydınlanma Çağı’nda da en belirgin ortak nokta; toplumun kendi köyünün, şehrinin ve ülkesinin dışında olanı hayal edebilmesidir. Yeni keşfedilen yerler, yeni karşılaşılan kültürler, gelenekler, insan zihninde yeni ufukların açılmasını sağlamıştır. Bu açıdan bakarsak kültürel gelişmenin ve çeşitliliğin temelinde ticaretin olduğunu söyleyebiliriz.

Akdeniz havzası (Mezopotamya-Mısır-Girit-Yunanistan-Roma) sonrasında Pasifik İmparatorluğu (Portekiz-İspanya-Hollanda-İngiltere) ticaret açısından verilebilecek güzel örneklerdir.

Gelecek hafta, Marksizm ve ütopya ve günümüz insanının neden ütopya yerine distopyalar ürettiğini konuşmaya devam edeceğiz.