Marx’ın 'Basın Özgürlüğü Tartışmaları Üzerine' [1] adlı kapsamlı denemesindeki çözümlemesi uyarınca, ‘özgürlük’ "Özünü bilmenin ilk gerekli koşuludur ve özünü açığa vurma (özeleştiri) olmaksızın, özünü bilme olanaksızlıktır." (Marx 1964, s. 28). Bu belirlemeye göre, özgürleşmek isteyen birey önce özünü bilmek zorundadır; bir başka deyişle neyi bildiğini ya da bilmediğini, neyi istediğini, neye yetenekli olduğunu, özgürleşmeyi niçin istediğini bilmek zorundadır. Aynı şey kitle iletişim araçları/dolayımları için de geçerlidir.  Bu bakımdan özgürlüğün gerekli önkoşulu olan ‘özünü bilmek’, özeleştiri eşliğinde özünü açığa vurmak ile olanaklıdır. Kısacası, özgürleşmek isteyen insan ya da “basın özgürlüğü” isteyen kitle iletişim aracı, ilkin özgürlüğü gereksinme olarak duyumsak ve bunu edimselleştirme yeterliliğini içinde taşıdığını kanıtlamak zorundadır. Tekil bireylerin, bir halkın ve bir ulusun özgürlük ve bağımsızlık bilinci ne denli gelişmiş ise, kültürel ilerleme yeterliliği o ölçüde gelişir. Marx’ın aktarımıyla, ünlü yazıncı Goethe “bir ressamı, tipik özelliklerini daha önce en azından canlı bir bireyde sevdiği kadın güzellikleri mutlu eder” demiştir. Marx’ın aktardığı bu tümce, Goethe’nin ‘Sanata İlişkin Çeşitli Şeyler’ adlı yazısının ikinci başlamında yer alan “sanatçı daha önce sevmemiş olduğu ya da şimdi sevmediği şeyi betimlememelidir; betimleyemez” saptamasına dayanır. Goethe’nin bu sözüne gönderme yapan Marx’ın deyişiyle, basın özgürlüğünü savunma için, ‘basın özgürlüğü sevilmesi gereken bir güzelliktir’ ilkesi gerçekleştirilmelidir. İnsan gerçekten istemediği, sevmediği şeyin varlığının gerekliğini ve o şeyin kendi var-oluşunu tümlediğini duyumsamaz. Söz konusu nedenle, “gerçeği düşünmek ve dile getirmek bir haktır” (Marx 1964, s. 33) bilinci taşımayan bir insan, bir basın-yayın organı ya da bir halk, gerçeği dile getirmeyi engelleyen toplumsal-politik koşullara karşı savaşmayan bağımsızlaşamaz, özgürleşemez. Öte yandan, özgürlük ya da basın özgürlüğü, insana ya da halka “yetkinleştirme sözü vermez”; basın özgürlüğü başlı başına “yetkinliktir”; eksiksizliktir. Dolayısıyla, özgürlüğe ve basın özgürlüğüne karşı durmak, “insanın erginsizliğini” süreklileştirmek, insanın belirlenimi olan özgürlüğü, özgürsüzlüğe indirgemek demektir  (Marx 1964, s. 48- 49). İnsanın erginsizliğini, daha açık anlatımla, bağımlılığını süreklileştirmek ise, gerçek anlamda aydınlanma karşıtlığıdır. İnsanı insansızlaştırma girişimidir. Öte yandan hangi politik konumda olursa olsun, insan doğası gereği “eksiktir”; eksik olduğu için de sürekli gelişmeye, değişmeye uğraşır ya da uğraşmalıdır. Gelişme ve değişme, bu nedenle bitimsiz bir süreçtir. Eksik olan şey “eğitimi” gereksinir (Marx 1964, s. 49). Eğitim de insana özgü bir etkenliktir ve bu nedenle insanın değişen gereksinmelerine ve eksikliklerine göre değişmek zorundadır. Eğitim gibi, basın-yayın da "İnsan özgürlüğünün gerçekleştirimidir.” Söz konusu nedenle, basının olduğu yerde, “özgürlük” de olmak zorundadır. Sansürün olduğu ülkede, devlet, “basın özgürlüğünden” yoksundur; ancak erkini özgürlükleri kısıtlamak için kullanan  “hükümete” sahiptir. Hükümet kararlarını açıklamada basın özgürlüğünden eksiksiz biçimde yararlanır (Marx 1964, s. 50); ancak sadece hükümetin yararlandığı özgürlük, halk için katıksız bir ‘özgürlüksüzlük’ demektir. Özgürlük “o denli insanın özüdür” ki, özgürlük karşıtları bile “özgürlük gerçekliğini alt etmek suretiyle, özgürlüğü gerçekleştirirler.” Bunlar hem özgürlüğün, “insan doğasının süsü olduğunu” inkâr ederler, hem de özgülük süsünü “kendileri edinirler.” Öte yandan, hiçbir insan özgülük kavramını ortadan kaldıramaz. Ssadece “başkasının özgürlüğünü” yok eder. Bu nedenle, özgürlüğün bütün biçimleri ya da türleri “her zaman var olmuştur”; fakat özgürlük bazen “tikel öncelik hakkı” olarak, bazen de “genel hak olarak” var olmuştur. Dolayısıyla, özgürlük ve basın özgürlüğü her zaman vardır. Bu bağlamda sorulması gereken soru şudur: “Acaba özgürlük, tekil insanların ayrıcalığı mı, yoksa insan tininin ayrıcalığı mıdır?” Birilerinin hakkı olan şey, bunların dışındakiler için “haksızlık” olur. Dolayısıyla, şu ilkesel soru önem taşır: Tinin/düşüncenin özgürlüğü “daha fazla hakka” sahiptir, yoksa “tine karşı özgürlük mü daha fazla hakka sahiptir?” Bu soru kapsamında “özgür basın-yayın” ve “genel özgürlüğün” gerçekleştirimi anlamında “basın özgürlüğünü” engellemek, “tikel bir hakkın” gerçekleştirimi anlamında “sansürü” ve “sansürlenen basını” savunmak demektir (Marx 1964, s. 51). İnsan yaşamı sürekli gelişim olduğu için, böyle bir uygulama, insana, onun ilerlemesine karşıt olma anlamı taşır. Marx’ın anlatımıyla, özgü basının-yayının özü, “özgürlüğün karakterli, akılcı ve ahlaksal özüdür.” Buna karşın, sansürlenen basının öz-yapısı/karakteri ise, “özgürlüğün karaktersiz özsüzlüktür; uygarlaşmış bir canavar, parfümlenmiş özürlü doğumdur.” Özgürlük “bütün tinsel var-oluşun tür varlığının, dolayısıyla da basının özüdür.” Dolayısıyla, sansürü savunanlar ve uygulayanlar, “kötünün olanağını ortadan kaldırmak için, iyinin de olanağını” ortadan kaldırmakta ve “kötü olan” gerçekleştirmektedir; çünkü insan açısından yalnızca “bir özgülüğün gerçekleştirimi iyidir.” Öte yandan, sansür, baskı ve sıkı denetim, bunlara karşı savaşımı ortadan kaldırmaz; “açık bir savaşımı örtük savaşıma”, güç/erk içermeyen savaşımın ilkelerini “ilkesiz gücün/erkin savaşımına” dönüştürür. ‘Hakiki sansür’, diyesi, ‘basın özgürlüğünün özünde yatan sansür’, sadece “eleştiridir.” Eleştiri, basın özgürlüğünün özünden türettiği “mahkemedir.” Sansür ise, eleştiri değil, “hükümetin tekelidir” (Marx 1964, s. 54- 55). Basın-yayın özgürlüğü “hukuksal özgülük” alanında ele alınmalıdır; çünkü devlette “hukukun kabul ettiği özgürlük” yasa ile güvence altına alınır. Uygar bir devlette yasalar, baskı aracı değil, hak ve özgürlüklerin kullanımını sağlayan araçlardır. Gerçek yasa, “özgürlüğün var-oluşudur”; insanın “gerçek özgürlük var-oluşudur.” Bu bakımdan, anayasa bir halkın/ulusun “kutsal özgürlük kitabıdır” (Marx 1964, s. 57- 58). Marx’ın yukarıdaki belirlemelerinin yanı sıra, şu tümceleri ‘kültür’ kavramının gelişiminin itici güçlerini ve yasalarını ortaya koymaktadır. Basın özgürlüğünü güvence altına alan basın yasası “haktır”; sansür yasasıysa, “haksızlıktır.” Dolayısıyla, sansür yasası, “yasa” değil, “polisin had bildirme” yetkisidir, “keyfilik” yasasıdır. Bu niteliğinden ötürü de ortadan kaldırılması gereken “bir istisnadır.” Özgürlük insan için bir “değer” olma özelliğini hiçbir zaman yitirmeyeceği için, özgürsüzlük anlatımı olan her ‘istisna’ ortadan kaldırılır. Her canlı için yaşam tehlikesi, “özünü yitmektir.” Bu nedenle, özgürsüzlük, insanın özünü yitirme tehlikesinin ötesinde, insan için “asıl ölüm tehlikesidir.” İnsan özünü yitirmemek için, özsel belirlenimi olan özgürlüğü yaşantılayabilmek için, özgür basın-yayını gereksinir. Özgür basın dünyanın her yerinde “halk tininin açık gözüdür”; halkın “öz güveninin” somutlaşmış biçimidir. Özgür basın, “tekil kişiyi devletle” ilişkilendiren, özdeksel savaşımların ilkel içeriklerini azaltan ve onlara tinsellik kazandıran “içselleştirilmiş kültürü” yücelten bağdır. Bir halkın “kendini gördüğü tinsel aynadır” ve özüne bakma, “bilgeliğin ilk koşuludur.” Basın özgülüğü “çok-yönlüdür, her yerdedir ve her şeyi bilendir.” Gerçek dünyadan kaynaklanan “ülküsel dünyadır” ve her zaman “yeniden ruhlanarak, özüne geri dönen” daha zengin tindir (Marx 1964, s. 60- 61).

YARGI VE YARGIÇ BAĞIMSIZLIĞININ TEMELİ NEDİR?

Almanya Ren eyaleti yargısının, Türk yargısı gibi “eksiklikleri” olduğunu belirten Marx’ın saptamasıyla, bir yargıç ile sansürcü arasındaki ayrım şudur: “Sansürcünün amirinden başka yasası yoktur”; yargıcın ise, “yasadan başka amiri yoktur.” Yargıcın görevi, tekil durumlarda yasayı “titiz incelemeden sonra anladığı gibi” yorumlamaktır. Sansürcünün görevi ise, tekil durumlarda yasayı “resmi yoruma” göre uygulamaktır. “bağımsız yargıç”, ne şuna buna ne de “hükümete” aittir. “Bağımlı sansürcü” ise, “hükümetin” bir uzantısıdır. Bir yargıçta en fazla “tekil bir aklın güvenilmezliği”, sansürcüde ise, “tekil bir karakterin güvenilmezliği” söz konusudur. Yargıç için ancak “tekil bir basın suçu”, sansürcü içinse, “basının ruhu/tini” suçtur. Yargıç bir suçu belli bir yasaya göre yargılar; sansürcüyse salt suçu yargılamakla kalmaz; bizzat “suç işler.” Sansür, bir kişinin var olan bir yasayı “ihlal etmesini” değil, o kişinin düşüncesini/görüşünü yargılar; çünkü o düşünce sansürcünün düşüncesi değildir. Söz konusu nedenlerle, “sansür yasası bir olmaması gereken bir şeydir (olanaksızlıktır)”; çünkü suçları değil “görüşleri” yargılar; çünkü bir devletin açıkça dile getirmek istemediği şeyleri, bir sansürcü aracılığıyla gerçekleştirmesi demektir. Bu yüzden, sansür çoğu kez yargının değil, “polisin” işidir.  Sansür, yargı ile aynı şey ya da özdeş sayıldığında, tümüyle gereksizleşmek zorundadır. Özgürlük kavramının içeriği, tekil insanın “neyi” yaşadığı değil, ayni zamanda “nasıl” yaşadığıdır. Tekil bireylerin “serbest olanı” yapmalarının yanı sıra, yaptıkları şeyi “özgürce” yapmalarıdır (Marx1964, s. 62- 63).

HALK NASIL YÖNLENDİRİLİR?

Basın-yayın organlarında yer alan “özgür” yazıların ve görüşlerin “yasa dışı” olarak görmeye itilen bir halk, zamanla “yasa dışı olan şeyi ‘özgür’; ‘özgülüğü’ yasa dışı ve yasal olanı ‘özgür olmayan şey’ olarak görmeye” başlar. Böylece, sansür uygulayan politik erk, toplumun salt özgür düşünme yeteneğini köreltmekle kalmaz, “devlet ruhunu/tinini de öldürür” (Marx 1964, s. 64). ‘Yargı bağımsızlığı’, yargının din ve ırk gibi hukukun dışında olan öğelerin değil, “hukukun özüne uygun yasaları” uygulamasıyla olanaklıdır. Nasıl ki, yaşamın ‘her belli tarzı’, “belli bir doğanın yaşam tarzı olduğu” gibi, özgürlüğün her belli alanı, “belli bir alanın özgülüğüdür.” Bu tümcelere şunları ekleyebiliriz: Yargıç güvencesi, hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkesine dayanan ‘yargı bağımsızlığı’, özgürlüklerin ve farklı yaşam tarzlarının güvence altına alınması ve böylece toplumsal tolerans kavramının da gelişmesinin önkoşuludur. Marx’ın basın-yayın özgürlüğü ve sansür konusundaki değerlendirmeleri, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti açısından Türkiye’deki durumu açıklamak için kullanılabilir. Türkiye’de özellikle son yirmi yılda giderek artan ölçüde yargıç ve yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması, yargının, politik erkin yönlendirmesiyle farklı düşünceleri ve görüşleri denetleme ve cezalandırma amaçlı bir kuruma dönüştürülmesi ve/veya böyle işlemeye başlaması, halkın gerçekleri öğrenme hakkını kısıtlamaktadır. Başta basın-yayın olmak üzere, kitle iletişim araçlarının her türlü şiddeti dışlayarak, gerçek bilgileri kamuoyunun değerlendirmesine sunması, bilgi edinme hakkının ve çoğulcu demokrasinin başlıca önkoşuludur. Ayrıca, insan hak ve özgürlüklerin ve farklı yaşam tarzlarının güvence altına alınması, barışın güvencesi olan toleransın güçlenmesine ortam hazırlar. Tümel kültür böylece çeşitlenir ve çoğullaşır. Basın-yayın özgürlüğünün kısıtlanması, Marx’ın deyişiyle, bütün diğer özgürlüklerin içini boşaltır. Nasıl ki, bir bedenin uzvu “diğer uzvu” koşullarsa, özgürlüğün her biçimi de, “diğer özgürlük biçimini” koşullar. Dolayısıyla, özgürlüğün en önemli dayanağı ve geliştiricisi olan basın-yayın özgürlüğünün kısıtlanması, tüm özgürlüklerin kısıtlanması demektir. Bu bakımdan, “özgürlük, özgürlük olarak kalır” ya da kalmak zorundadır; çünkü basın yayın özgürlüğü, “özgürlüğün olması ya da olmaması” açısından belirleyici önemdedir. [1] Karl marx (1964): ‘Debatten über Pressfreiheit und Publikation der landstaendischen Verhandlungen’; Dietz Verlag Berlin (DDR), s. 28- 77
Muhabir: Alp Yanardağ