Tarihi romanlar üzerinden, günümüzdeki iç savaş dinamiklerini okumak ya da anlamak…

Yayın tarihi: 26 Kasım 2022 Cumartesi 3:51 pm - Güncelleme: 26 Kasım 2022 Cumartesi 3:52 pm

Ertürk Akşun

Geçtiğimiz haftalarda dünyanın yeni bir iç savaşın eşiğinde olduğundan, aynı zamanda ülkemizde de iç savaş koşullarının hızla oluştuğundan söz etmiştim, okuyanlar bilir. Bunun üzerine dünya edebiyatında iç savaşı konu edinen romanları derinlemesine incelemeye çalıştım.

İç savaşın bir aydın kırımı olduğunu, aynı zamanda devrimci koşulların ve yeniden oluşumun kapılarını araladığını da belirtmiştim.

Bu yazımda Osmanlı’nın kuruluşuna dair kaleme alınmış iki romanın incelemesini yaparken, Osmanlı’nın kuruluşunda iç savaş döneminin etkisine de bakıyor olacağız.

Osmanlı’da iki kuruluş döneminden söz edebiliriz aslında. Birincisi Osman Bey’in kurduğu, ikincisi Fetret Devri diye anılan 1402-1413 yıllarından sonra gerçekleşen yeniden kuruluş… İki kuruluş dönemi de iç savaş sonrasında gerçekleşir.

Elbette önünüze bir tarih tezi koyacak değilim burada. Ben sadece iki önemli roman üzerinden sürecin dinamiklerine dikkat çekeceğim. Tarihçilerin bile hâlâ kendi aralarında tarttığı bu iki dönemin gerçeklerini bu yazıda açıklığa kavuşturma derdinde değilim.

İç savaş meselesine edebiyat üzerinden bakmaya çalışacağım için elbette, tarihsel roman yazmanın koşulları, doğruları ve yanlışları üzerine de birkaç söz etmek gerecektir, şimdiden hatırlatmış olayım.

Sözünü edeceğim romanlar Anadolu’nun batı yakasında yani o dönemdeki ismiyle Bitinya’da geçiyor. Bitinya bölgesi, uç beyliği, Gaziler tarafından batıya doğru genişleyen Anadolu’nun uç bölgeleridir.

Dilerseniz bu bölgeye ve dönemin dünyasına kısa da olsa yakından bakalım:

Anadolu Moğol işgali altına girmiş, Anadolu Selçuklu Devleti dağılmış, beyliklere ayrılmış, çoğunluğu Moğollara bağlanmış duruma. Moğollar girdiği her yeri talan ediyor, yağmayla ve katliamlarla bütün bölgede hüküm sürüyor. Moğollar dünya tarihini değiştiriyor, sarsıyor ve yeniden biçimlendiriyor böylece.

Peki ama kimdir bu Moğollar?

Moğolların dünya tarihinde önemli rol oynaması, ancak XIII. yüzyılın başlarında Timuçin’in kurduğu Moğol İmparatorluğu ile olmuştur. Timuçin, uzun mücadelelerin ardından bütün Moğol aşiretlerini tek bir devlet çatısı altında toplamayı başarır ve 1206’da Cengiz (Çingiz) Han unvanını alır. Bizi bu yazıda ilgilendirecek olan kısmı batı tarafıdır, yani İlhanlılar.

“Kurucusu Cengiz Han’ın torunu Hülâgû’dur. Moğol Büyük Hanı Mengü 1253 yılında kurultay kararı ile kardeşi Hülâgû’yu İran, Irak, Suriye, Mısır, Kafkasya ve Anadolu’yu ele geçirip buraları kendisine tabi bir “ilhan” (il+han “bölge hükümdarı”) olarak idare etmek üzere görevlendirdi. Bu suretle başşehri Tebriz olmak üzere İran’da kurulan (1256) ve 1295 yılından itibaren tam bağımsız hale gelen devlet, Hülâgû’nun taşıdığı ilhan unvanına nispeten İlhanlılar adıyla anılmıştır.”

“Dışarıda tabii yayılma alanlarına ulaşan Moğollar, içeride yerleşik coğrafyaya hâkim olan savaşçı bir göçebe topluluğun karşılaşacağı bütün sorunları kuvvetle yaşadı. Vergi, muhasebe ve maliye alanında belli bir sistemin tesisi uzun zaman aldı ve bu sistem ancak köklü bir bürokrasi geleneğine sahip yerli (Çin, Uygur ve İranlı) unsurların eliyle kurulabildi. Bununla birlikte harabeye çevrilen çok geniş bir coğrafyada istikrarlı bir ekonomik sistemin kurulabilmesi ancak ciddi sorunların çözülmesine bağlı idi. Bu yöndeki bazı gayretlere rağmen Moğol hükümdarları istilanın ortaya çıkardığı köklü sorunları çözmede başarılı olamadılar. Moğol idaresi daha önce etnik, siyasi, idari, iktisadi ve dini olarak farklı teşekküllerin elinde bulunan ve istila ile harabeye dönen geniş coğrafyada ortak bir sistem kuramadı.”

“Başlangıçta Şamanist olan Moğollar Müslüman ve Hıristiyan milletlerle ilk defa istila sırasında karşı karşıya geldiler. Moğollar karşısında tutunamayan pek çok Türk boyu İran yaylası üzerinden Anadolu’ya göç etti. Tarihçiler arasındaki yaygın kanaate göre İslam tarihinde Moğol istilası ile mukayese edilebilecek başka bir felaket yoktur. Moğollar İslam kültür ve medeniyetini çiğneyip tahrip etmişler ve İslam ülkelerini harabeye çevirmişlerdir.”

Moğolların zulüm ve baskılarına maruz kalan halkın mistik eğilimleri yoğunlaştı. Bu durum İslam dünyasında akli ilimlerin gerilemesine yol açarken dini-tasavvufi hareketlerin güçlenerek gelişmesi için uygun bir zemin hazırladı. Bu dönemde tarikatların hayli yaygınlaştığı görülür.

Bunun İslam ortaçağına katkısı olduğu kaçınılmazdır. İçtihat Kapısı kitabında Merdan Yanardağ, İslam’ın ortaçağa girişini, Nizamülmülk’ün İmam Gazali ile birlikte olmasına bağlar. Moğol istilası bunu desteklemiş gibi gözükmektedir. Uzun süren Batı ortaçağı sona yaklaşırken, İslam coğrafyası yeni bir ortaçağın kapısını aralamış olur böylece.

Doğu’da neler olduğundan söz ettikten sonra şimdi de dilerseniz biraz da Batı yakasına bakalım:

1096’da başlayan Haçlı Seferleri, aralıklarla devam etti. Dördüncü Haçlı Seferi, 1202-1204 yılları arasında gerçekleşti. Papa III. Innocentius, Kudüs’ü kurtarmak maksadıyla tüm Avrupa’yı sefere davet etti ve bu sefer 1202’de Venedik’ten başladı. Seferin hedefi öncelikle Mısır’ı ele geçirmek, oradan da Kudüs’ü zapt etmekti. Fakat Venedikliler ve yaşlı Venedik Dükü Enrico Dandolo, seferin hedefini değiştirmeyi başardı. Haçlılar, İstanbul’u kuşatıp zapt ettiler. Klasik çağ ve ortaçağın kültür hazineleriyle dolu olan bu şehri yakıp talan ettiler. 1204’te kendi ortaçağ ve Katolik inançlarına uyan Latin İmparatorluğu’nu kurdular.

En uzun imparatorluklardan biri olan Bizans İmparatorluğu, aslında fiilen bu Haçlı Seferi sonucunda yıkılmış oldu. İstanbul’un nasıl bir yıkım yaşadığını görmek için Umberto Eco’nun Baudolino adlı romanını okuyabilirsiniz.

Demem o ki incelemesini yapacağım romanların geçtiği dönemde Avrupa ve Asya’da büyük bir yıkımın ve iç savaşların yaşandığını görürüz. Elbette her yıkılış yeniden doğuşun habercisidir de aynı zamanda.

 

Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu

 

Osman Bey, uçta Türkmenleri ve gelen “garip”leri (yerini yurdunu terk etmiş) gaza savaşları için örgütleyen subaşılardan bir alp gazidir aslında. Göçleri oluşturanlar Moğol mezaliminden kaçan Türkmen aşiretleri, esnaf ve ticaret insanlarıydı.

“Başlangıçtan beri uç beylerinin fetih politikasına iki prensip yön vermiştir: Gaza ve istimalet. Dini ideoloji olarak kutsal savaş İslami gaza, Hıristiyan ülkelerine karşı örgütlenmiş askeri uç bölgelerinde ilk aşamada aralıksız akınlar, daha sonra fetih ve yerleşme ve sonunda uç gazi beyliklerinin kuruluşu şeklinde bir gelişme göstermiştir. Gaza, sanıldığı gibi kontrol altına alınan bölgelerde halkı İslamlaştırma amacına yönelik değildi.”

Bu durum Osman Bey’in iyi bir stratejist olmasını sağladı.

“Başlangıçta alpler Osman Gazi ile birer yoldaş olarak seferler yapmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki Osman Gazi önemli başarılar kazanıp sivrilince uçlarda alpler onun kumandası altına girdi. Osman’ın seferlerinde alpler ‘yarar yoldaş’ ve ‘nökerleri’ idi. Söz konusu nökerler arasında en ünlüsü Köse Mihal’di.”

“Uç toplumunda Osman Gazi’nin manevi destekleyicisi hukuki ve içtimai hayatı örgütleyici olarak ahiler ve fakihlerdir.”

Yaygın inanışa göre Osmanlı, savaşçı bir Türkmen aşiretidir ama kuruluşta da, yükseliş döneminde de devlet hep bu üç kurumun (sınıf da diyebiliriz) birlikte yönetimi altındaydı aslında. Partiler gibi de düşünebiliriz. Zaman zaman ahiler öne çıkıyor, zaman zaman ulema sınıfı öne çıkıyor, zaman zaman da askeri parti Osmanlı yönetiminde başat rolü oynuyor.

İkinci kuruluş dönemi diye adlandırdığımız Fetret Devri’nin en büyük kalkışmasını yapan Şeyh Bedrettin ayaklanmasında da bu üç parti çıkar karşımıza. Şeyh Bedrettin ulema kanadı temsil ederken, Torlak Kemal esnaf kanadı temsil eder, Börklüce Mustafa da askeri kanadı…

İlk Osmanlı beyleri Osman ve Orhan tarafından ahiler ve fakihlere verilmiş, birçok vakıf köy ve çiftlik tahrir defterleri kayıtlarıyla bugüne ulaşmıştır.

Osman Gazi de şüphesiz başlangıçta bu alplerden biriydi. Onu ötekiler arasında seçkin duruma getiren özellik, rivayete göre bir Vefai-Babai tarikat halifesi olarak uca gelen Edebali’nin yakınlık ve manevi desteği olmuştur. Beyliği teşkilatlandırma, sosyal hayatı düzenleme bakımından bu fakihler ve ahiler son derece önemli bir rol oynamıştır.

Gelelim romanlara…

Tarık Buğra-Osmancık

Kemal Tahir-Devlet Ana

Her iki roman da Osmanlı Devleti’nin kuruluş günlerini anlatılıyor. Tarık Buğra tarihi romanın yanı sıra daha çok bir biyografik roman örneği vermeye çalışıyor.

Buğra romanda çoğunlukla Osman’a odaklanıyor ve onun iç dünyasını anlatıyor. Osman’ın atlarının adı sürekli geçiyor romanda, her birine özel karakterler bahşediliyor.

Kemal Tahir ise dönemin bütün güçlerine odaklanıyor. Dervişler, cavlaklar, Bizans tekfurları, bacı takımı, ahi örgütleri. Hatta bir ara Moğolların Alamut Kalesi’ni yıkmasından sonra Anadolu’ya dağılmış olan Hassan Sabah müritlerinden de bahsediyor.

Şeyh Edebali bu iki romanda da hayli öne çıkıyor. Biri Şeyh Edebali’yi bir din adamı gibi gösteriyor, diğeri Edebali’yi ahi örgütünün piri olarak gösteriyor. Biri Şeyh Edebali’yi romantik bir ermiş olarak tasvir ederken, diğeri çıkar ilişkilerini de gözeten, kızını Osman’a vererek devlete ortak olma çabasının altını çiziyor.

Osmancık romanının başkarakterlerden biri de Mal Hatun’dur. Tarık Buğra Mal Hatun’u Edebali’nin kızı olarak gösterirken, Kemal Tahir Edebali’nin kızının Bal Hatun olduğunu söylüyor.

“İlk Osmanlı kaynaklarında Mal Hatun/Malhun Hatun olarak geçer ve kendisinden genellikle Osman Bey’in hanımı, Şeyh Edebali’nin kızı ve Orhan’ın annesi diye söz edilir. Orhan Bey’in annesi olma ihtimali varsa da Şeyh Edebali ile bir ilgisinin bulunmadığı kesindir.

İlk Osmanlı tarihçilerinden Âşıkpaşazade, Mal/Malhun Hatun’u Şeyh Edebali’nin kızı diye gösterir ve Osman’ın gördüğü rüyayı büyük bir devletin doğuşunun müjdecisi olarak yorumlayan Şeyh Edebali’nin kendisine kızını verdiğini kaydeder; Orhan Bey’in de onun oğlu olduğunu bildirir.”

Efsaneler ve saçma anılar tarihi zaman zaman içinden çıkılmaz hale getirir. Marco Polo’nun Alamut Kalesi hakkındaki gezi notları (ki sadece efsanelerden ve söylencelerden derlenmiş bir bilgidir) bugüne kadar çok okunan Alamut romanlarının ve filmlerinin temelini oluşturmaktadır. Gerçek tarihi bilgi ise bambaşkadır ama söylencenin önüne geçememektedir.

Kıymetli tarihçimiz Halil İnalcık, Osmanlı’nın kuruluşuna dair yazdığı yazılarda bunu özellikle vurgular. Anılara dayalı kaynaklar güvenilmezdir.

Tarihsel romancılığa soyunanların iki yol izlediklerini görüyoruz. Birinci yol daha çok araştırma yapıp gerçeklere sadık kalma çabası, diğeri ise söylenceler üzerinden romantik bir kurgu yapma çabası.

Tarık Buğra konuya romantik bakanlardan. Ana karakter Şeyh Edebali ve sonradan Müslüman olan Köse Mihal üzerinden kurguluyor hikâyesini. Roman boyunca Köse Mihal’in nasıl Müslümanlığa geçtiğini takip ediyor.

Kemal Tahir ise romana Tapınak Şövalyesi üzerinden bakıyor. Roma ve Doğu Roma arasındaki farklılığı vurgulamak için yapıyor bunu. Ortaçağ Avrupası’ndaki feodal yapıyı anlatıyor. Bir feodal beyin nelere sahip olduğunu, doğuda ise (Doğu Roma-Bizans) Hıristiyanlığın farklılığı ve üretim biçiminin ve mülkiyetin farkları üzerinde duruyor.

Devlet Ana’da ana karakterlerden birisi, Sen-Jan Şövalyeleri’nden Notüs Gladyüs’tür. Şövalye Notüs Gladyüs, kendi değer yargılarına göre asilzade-köylü ilişkisini genç Mavro’ya şöyle ifade eder: “Pazar baçını artırmaya geldi mi, senyörün keyfinedir, kimse karışamaz. Kendi toprağında dilediğini yapar. Çünkü (Tanrı) toprağı da soylular için yaratmıştır, salt toprağı değil, üstündeki köylüyü de bağışlamıştır mal diye, canı çekerse asar.”

 

“Ortaçağ Batı toplumlarındaki toprak ve üretim ilişkisi saf bir Anadolu köylüsü olan Mavro’nun şaşkınlıkla sorduğu sorularda Anadolu’da toprak ilişkisi ile karşılaştırılmaktadır.” (Yalçın Küçük, 2003)

 

Osmancık romanının ana karakterlerinden biri Köse Mihal’dir. Buğra özellikle Köse Mihal’in Müslümanlığa geçişini destansı bir şekilde roman boyunca vurgular.

İslam Ansiklopedisi Köse Mihal hakkında şunları yazar:

“Köse Mihal, Osman Bey zamanında Bizans’a bağlı Harmankaya tekfuru iken zamanla beyin silah arkadaşları arasına girmiş, muhtemelen 713’te (1313) Osmanlılara tabi olarak İslamiyet’i kabul etmiştir. Müslüman olduktan sonra Abdullah Mihal adını aldığı, Osman Bey’in bütün savaşlarına katıldığı ve Sakarya havzasında yapılan akınlarda da Osmanlı ordusuna rehberlikte bulunduğu belirtilir. Köse Mihal hakkında sağlıklı bilgi bulunmamaktadır.

Köse Mihal’in soyundan gelenler, daha sonra Rumeli’nin fethiyle birlikte Avrupa kıtasına geçerek akıncı beyi olarak görev yaptılar. Köse Mihal’in Aziz Paşa, Balta Bey ve Gazi Ali Bey adlarında üç oğlunun bulunduğu ve bunların Rumeli’de sınır boylarında faaliyet gösterdikleri kabul edilmektedir. Ancak hem onların hem de oğulları olarak gösterilenlerin faaliyetleri hakkında kaynaklardaki bilgiler oldukça karışıktır.”

Kemal Tahir’de ise Köse Mihal sıradan bir karakter olarak verilmektedir. Tarık Buğra, Osmancık romanını 1983 yılında olgunluk döneminde yazmıştır. Tarihi roman kategorisinde sayılan bu roman aynı zamanda biyografik roman türüne de örnektir.

Kemal Tahir ise Devlet Ana romanını 1967 yılında yazmış. Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz: Buğra romanını kurgularken, kendince eksik olan romantizmi ve destansı havayı yakalamak, bir Osmanlı güzellemesi yapmak amacındadır.

Kemal Tahir’de kadınlara özellikle yer verilmekte ve ana karakter olarak Bacıbey işlenmektedir.

 

“Devlet Hatun, Rum bacılarına başkan seçilmiş olan Bacıbey’dir. Uzun boylu, yiğit bir kadındır. Güçlü ve dirayetli olmasından dolayı da Ertuğrul Bey’den başkasını dinlemez olur. Bacıbey, bir yandan disiplinli sert mizacı, öte yandan saygı uyandıran koruyucu kişiliğiyle Osmanlı Devleti’nin Osmanlı’daki devlet anlayışının simgesidir.” (Aytaç, 1999)

 

Yazar, romanı iki öykü üzerine kurmaktadır: Birincisi, Osmanlı Beyliği’nin daha çok Bizans toprakları aleyhine genişlemesi, ikincisi ise Bacıbey’in oğlu Demircan’ın öldürülmesi ve kardeşi Kerimcan’ın düşmanlardan öç almasıdır. Toplumsal ve bireysel temaların iç içe verildiği eserde “iki öykü de, romanlarda, destanlarda, masallarda rastladığımız ve kökeni mitoslarda yattığı söylenen kalıplardan oluşur” (Moran, 1997). Tarık Buğra’da ise kadınlar sadece âşık olunan karakterler olarak çıkmaktadır karşımıza.

Tarık Buğra Osmancık kitabında fazla idealize edilmiş bir Osman Bey, Şeyh Edebali, Köse Mihal karakterleri çizerken, bu bana popüler bir yazma şekli gibi geldi. Kemal Tahir, Devlet Ana romanında ise (hep eleştirildiği nokta burası) her şeyi anlatma çabasından dolayı, romanı zaman zaman roman olmaktan çıkarıyor.

***

İç savaş koşulları meselesine gelin şimdi tekrar geri dönelim:

Osman Bey, Batı tarafının zayıflaması üzerine, Doğu’dan kaçarak gelen Türkmenlere, ahilere, dervişlere yeni bir yol vaat ediyor. Demek ki iç savaş ortamlarında yeni bir yol önermek gerekiyor.

Peki dünya yeni bir iç savaş ortamına sürüklenirken, biz ezilen halklara ne önereceğiz?

Osman Bey iyi bir stratejisttir. Denge politikası güdüyordur ve bu durumdan hep kazanan taraf olarak çıkmaktadır. Güçlenene kadar tampon olmaya iyi bir adaydır. Mustafa Kemal’de de aynı stratejiyi saptayabiliyoruz. Bir tarafta yeni devrim yapmış Lenin ile iyi geçinirken, diğer taraftan da dünya lideri İngiltere’ye göz kırpar. Yalçın Küçük bu stratejileri “Tampon Devlet” teorisi ile açıklar. İran ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da “Tampon Devlet” modeline bağlar.

Demek ki kuruluş dönemlerinde çok kutuplu dünya önemlidir ve yeni olanaklar sağlar. Şöyle düşünebiliriz. Osman Bey zamanında Bizans hâlâ çok güçlü bir devlet olsaydı, Osmanlı Devleti kurulabilir miydi?

Çok kutuplu dünya her zaman ezilen veya yeni kurulan veya kurulacak olan sistemler için olanaklar sağlar.

 

Not: Tırnak içindeki bölümler İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerinden alıntılanmıştır.