Lenin’i yeniden okumak ve emperyalizm

Yayın tarihi: 26 Kasım 2023 Pazar 12:27 pm - Güncelleme: 26 Kasım 2023 Pazar 12:27 pm

Ertürk Akşun

Yaşadığımız günleri tarif edecek en güzel kelime “çöküş”tür. Dünya çöküşün eşiğindedir. Çöküş’ün sorumlularını ararken, çuvaldızı kendimize batırmak zorundayız. Çöküş’te bana göre en büyük sorumluluk Sol’undur. Sol, ütopyasını, büyük düşünmeyi ve mücadelesini kaybetmiştir. Büyük düşünme derken kastettiğim şey, büyük değişimdir, buna devrim diyoruz. Sol, devrim düşüncesini kaybetmiştir. Bunu burada bırakıyorum ve büyük Çöküş’e nasıl geldik ona bakmak istiyorum.

Gelecek için öngörülerde bulunmak için kâhin olmaya gerek yok. Bunun yöntemi ilk olarak, nereden ve nasıl geldik sorusuna verilecek cevapla ilgilidir.

Geçmişi bilmek, geleceğe bakmanın ve anlamanın büyüteci gibidir. O yüzden tarih okuruz ve tarih üzerinden analizler yaparız.

“Dünya nereye gidiyor?”

Sanırım hepimizin çokça sorduğu sorulardan bir tanesi bu…

Yukarıda söylediğim gibi, geldiğimiz nokta Çöküş’tür. Çöküş, eninde sonunda büyük bir dünya savaşıyla son bulacaktır. Peki bu son, yeniden yapılanmada, daha büyük bir karanlığa mı açılacak, yoksa yeni bir aydınlanma ile mi son bulacak? Şimdi tam bu noktadayız.

Ben bu yaşadığımız dünyanın asıl probleminin Neoliberaller ve bu düşüncenin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Çöküş’ün başlangıcı neoliberalizmin başlangıcıyla aynıdır. Neoliberalizm teknik olarak iktisadi bir terim olsa bile, karşımıza, felsefi, ideolojik, tarihsel, ahlaki yozlaşmanın sebebi olarak çıkıyor. Yürürlüğe girdiği tarih ise 1970’li yılların ortaları.

Neoliberalizmin bizi felsefi anlamda nasıl çürüttüğünü, aydınlanma fikrine nasıl cepheden savaş açtığını, sanatı nasıl yozlaştırdığını ve hatta hatta yok ettiğini, gündelik insan hayatını ve ahlakını nasıl erozyona uğrattığını birçoğumuz fark ediyordur. Ama daha da önemlisi, neoliberalizm aslında “Yeni Emperyalizm”in maskelenmiş hali ve neoliberalizm dünyayı hızla savaşa sürüklemekte. Bir kısa ek yapmak istiyorum. Şu ana kadar bahsettiğim ve bundan sonra bahsedeceğim konuları birçoğumuz biliyoruz, farkındayız, ama bu farkındalık bizi bir çözüme kavuşturmuyor. Yeniden ve yeniden tekrarlanması, farkında olmayan büyük kitleye bunları anlatmanın yollarını bulmalıyız. Bunun bir yolu, ideolojik mücadeleye önem vermek ise, diğer yolu da sınıf mücadelesinin yeniden örgütlenmesidir. Bu kısa eki de burada bırakıyorum.

Yeni bir ortaçağda yaşamamızın ana sebebi de maalesef neoliberalizmdir çünkü aptallaştırmadan, cahilleştirmeden yönetmek mümkün değildir. Aydınlanmacılıktan ve ilericilikten sistemin korunması mümkün değildir. Neoliberalizm insanlığı yeni ortaçağa sürüklerken, en önemli silahı cahilleştirme, aptallaştırma ve sürüleştirmedir. Bunu yapmak için de felsefi anlamda postmodernizmi kullanır, sanatı bitirirken gerçeklikten uzaklaşmayı kullanır ve insanı bencilleştirirken, narsisizmi kutsallaştırmaktan geri kalmaz.

Aşırılıklar Çağı’nın başlangıcı ve I. Dünya Savaşı…

Bu deyimi Eric Hobsbawm’dan ödünç alıyorum. Yalnız Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nı I. Dünya Savaşı ile başlatmasına itirazım var. Aşırılıklar Çağı’nı 1900’lerin başı itibariyle, ilerde Lenin’in tespitlerinde de göreceğimiz gibi, emperyalizmin ortaya çıkışıyla başlatmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

28 Haziran 1914 tarihinde Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın bir Sırp tarafından vurulmasıyla başladığı iddia edilen bu savaş, sonraki yıllarda yaşanacak olan aşırılıkların da başlangıcı olmuştur. İddia edilen dememin sebebi ise aslında dünya uzun süredir bu savaşa hazırlanıyordu, bu suikast son damla olma potansiyelindeki binlerce olaydan bir tanesiydi. Yani bu suikast olmasaydı da bu savaş kaçınılmaz olarak başlayacaktı.

Ne gariptir ki savaşın başlama amacı yeni güçlenen emperyalist ülkelerin paylaşım savaşıysa, paylaşılacak yerlerin başında ise Osmanlı toprakları olması, bizi ve tarihimizi bu kanlı savaşın aktörleri haline getirmiştir.

1. Dünya Savaşı, yarım kalmış bir savaştır. Bu tezimi ilk kez dile getirdiğimde yıl sanırım 1996’ydı. Dönemim ABD başkanı Bill Clinton’un bir konuşması üzerine bu tezi ortaya atmış ve üzerine bir de yazı yazmıştım. Clinton konuşmasında, I. Dünya Savaşı’nda çizilmiş sınırların yeniden çizilmesi gerektiğinden söz ediyordu. Çünkü sınırlar alelacele ve meşhur deyimle cetvelle çizilmişti.

1990’ların başında sosyalist blokun çökmesiyle birlikte yarım kalan I. Dünya Savaşı’nın devamı niteliğinde sayılan ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşı olarak ortaya çıkan BOP  doğmuştu. I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı tüm topraklar yeniden içsavaşlarla dizayn edilir hale getirilmişti.

Önce Balkanlarda başlayan içsavaş yeni emperyalist bir sömürü ve paylaşım düzeniyle nihayete erdiğinde o topraklar yüzlerce küçük Balkan devletçiğine ayrılmıştı.

Kan ve gözyaşıyla yaşanan Balkanlardaki içsavaşlar sonucunda, o coğrafyada artık tamamen Batı’ya yamanmış ve bağımlı hale gelmiş ülkecikler görmekteyiz.

Sonrasında paylaşım Ortadoğu’ya kaydırılmıştı hatırlarsanız. Ortadoğu’da bitip Kafkaslara kayacak derken, beklenmedik Suriye direnişi paylaşım meselesinin uzamasına hatta belki de yeniden yapılanmasına sebep oldu.

Clinton aslında yeni savaşı başlatırken aynı zamanda iyi kötü o güne dek gelmeyi başarmış sosyal devlet projesini de tamamen raftan indirdiğini beyan ediyordu.

Bu konuda Orhan Gökdemir’in tespitini de aktarmak gerekiyor.

“Kesintisiz savaş teorilerinden birini Hocamız Zafer Toprak’a borçluyuz. Birinci savaşı sona erdirdiğine inanılan Paris Barış Antlaşmaları’nda barışın sözde kaldığını, galiplerin Versailles, Saint-Germain, Neuilly, Trianon ve Sevr antlaşmaları ile barışı değil, mağlup olmuş ülkeleri çökertip, onları bir daha ayağa kalkamayacak duruma sokmayı, soyup soğana çevirmeyi amaçlandığını ileri sürdü. Birinci savaşın mağlupları bu antlaşmaları imza etmek için Paris’e çağrıldılar. Almanya 28 Haziran 1919’da Versailles’da, Avusturya 10 Eylül 1919’da Saint-Germain’de, Bulgaristan 27 Kasım 1919’da Neuilly’de, Macaristan 4 Haziran 1920’de Trianon’da imzaladı. Osmanlı Devleti ile ilgili olarak bir anlaşmaya varamadılar. Sonuçta bu plandan sadece Sevr’e uymayı reddeden genç Türkiye Cumhuriyeti sıyrılabildi. Barış antlaşmaları aslında yeni bir savaşın fitilini ateşledi, dediği budur. Bu antlaşmalar sonucunda Avrupa’da son derece ‘şoven, irredantist, rövanşist’ rejimler oluştu. Avrupa’da ortaya çıkan otoriter ve totaliter rejimlerin sorumlusu Paris Antlaşmaları’ydı. Hitler’i iktidara taşıyan Versailles Antlaşması’nın ta kendisiydi. Demek ki savaşlardan ikincisi birincisinin kesintisiz devamıydı. Zafer Hoca’mızdan özetledim. Bu durumda, aslında 1914’te başlayan ve 1945’te sona eren tek bir dünya savaşı söz konusudur.”

Orhan Gökdemir yazısını şöyle sonlandırıyor:

“Uzun savaşın sonuna yaklaşıyoruz, çatışmanın ışığına yakalanan sineklerin hikâyesidir anlattıklarımız. Neredeyse yüz yıla varan bir savaştan söz ediyoruz. Savaşın sonuna yaklaşırken taraflar birbirine kurşun yerine ideoloji fırlatıyor ve kayıplarımız artıyor. Tüyler ürpertici dramların tanığıyız ve uzun savaşın sonunda yaşayanların dramı ölenlerden ağırdır.

Sayım yapıyoruz, kayıplarımızı ve hainlerimizi tasnif ediyoruz, tarihe not düşüyoruz. Savaş bittiğinde herkes gideceği yere hak ettiği biçimde uğurlanacaktır.”

Konumuza dönecek olursak; I. Dünya Savaşı’nın yarım kalmasının sebebi Ekim Devrimi’dir.

Ekim Devrimi, dünya emperyalizmini öyle dehşete düşürmüştür ki savaşı aynı gün bırakan emperyalist kapitalist blok, kendi derdine odaklanmak zorunda kalmıştır.

Aynı günlerde en büyük sanayi gücü sayılan –ki bu yüzden Marx’ın devrim beklediği– İngiltere’de, çok büyük grevler baş gösterdi. Batı, yani kapitalist dünya kendi derdine düştüğünden I. Dünya Savaşı yarım kaldı. Fakat devletlerin hafızası öyle güçlüdür ki kapitalist dünya yarım kalan bu işi hiç unutmadı. Sadece paylaşımın yeniden başlayacağı tarihi beklediler.

Dünya savaşı öyle büyük kayıplara sahne olmuş ve sıkışmış emperyalist hevesler öyle dehşetli bir şekilde ortaya çıkmıştı ki, ertelenen tüm savaşlar sanki tek bir canavara dönüşmüş şekilde insanoğlunun üstüne binmişti. Dünyanın merkezi (nüfusun büyük kısmı, dünya üretiminin belki de yüzde 80’ini kapsayan toprakların tamamı bu savaşın içindeydi) cehennem yerine dönmüştü. Savaşta ölen asker sayısı 10 milyon, ölen sivil sayısı 9 milyon ve sadece İspanyol gribinden ölen insan sayısı ise 20 milyona yakındı. Dünya ölüyordu ve bu insanlık için büyük bir travma yaratmıştı.

Savaş öyle hızla sona erdirilmek zorunda kalmıştı ve galip güçler çaresizce dünyaya büyük travma yaratan bu süreçten sonra öyle saçma anlaşmalar yaptılar ki yeni bir savaşı neredeyse zorunlu hale bıraktılar. Ve nihayet bu zorunluluk kısa bir süre sonra tekrar ortaya çıktı.

Savaş ortada minicik kalmış bir Osmanlı İmparatorluğu, zayıflamış ama hırsını alamamış bir Almanya ve ne olacağı kestirilemeyen bir Sovyet Devleti bırakmıştı.

Dünyanın öbür ucunda da işler hiç de yolunda gitmiyordu. I. Dünya Savaşı’nın uzağında kalan Japonya bir nevi Uzakdoğu’nun Almanya’sı gibi güçlenen ekonomisi ve savaş donanımıyla yeni emperyal hayaller kuruyor ve önünde kocaman bir Çin toprağı sanki kucak açmış Japonları bekliyordu. 1905 Rus-Japon Savaşı ile birlikte kendine güveni iyice artmış bir Japonya’dan bahsediyoruz. Aslında 1905 savaşı da dünya halk hareketleri için ilginç bir başlangıç sunmuştu. Yüzyıllar sonra ilk defa bir Doğu gücü Batı gücünü mağlup ediyor ve Rusya savaşta Japonya’ya yeniliyordu. Bu Doğu ulusları üzerinde müthiş bir özgüven patlaması oluşturuyor ve mesela İran’da, 1908’de Osmanlı’da yine meşrutiyet ilan ediliyor, Osmanlı içsavaşı başlıyordu. Çok uzaklardaki Meksika bile bu savaştan etkileniyor, yine aynı yıllarda orada da büyük ayaklanmalar ve değişimler başlıyordu.

1905 yenilgisi aynı zamanda Rusya içinde de halk ayaklanmalarına sebep oluyor, meşhur Kanlı Pazar yürüyüşü başlıyordu. Rusya’da devrimin tohumları bilerek veya bilmeyerek atılmaya başlanmıştı.

Burada asıl karşılaştırmamız gereken yer, dünyayı I. Dünya Savaşı’na sürükleyen etkenler. Bu konuda en derli toplu kitap Lenin’in Emperyalizm kitabı. O yüzden kitabı tekrar hatırlamakta fayda var.

Kısa bir özet geçecek olursak, Lenin dünyayı büyük savaşa sürükleyen olgunun emperyalizm olduğunu netlikle vurguluyor, bu vurgusu boşuna veya hayali bir tespit değil. Rekabetçi kapitalizm eninde sonunda tekelleri doğurur ve tekeller başlangıcında kendi aralarında bir barış imzalasalar, ortak hareket etseler de, bir süre sonra çıkar ilişkileri çatışmaya dönüşür. Çünkü her tekel, eninde sonunda hiper tekel olma yolunda ilerler.

Rekabetçi kapitalizmde şirketler bir süre sonra ürettikleri malların hammaddesine de sahip olmak isterler. Daha sonrasında bunun ticaretini de tek başlarına yapmak isterler. Bunun sonrasında, ürünün yapacağı yolun da sahibi olmak ister ve daha sonrasında kendisine rakip olacak şirketi satın almak veya yok olması için fiyat kırmalara ve daha birçok zor aygıtına başvururlar. Başka bir örneğe bakacak olursak, şirketler yeni bir ürün için AR-GE çalışması yaparlar ama kendileri dışında oluşan yeni teknolojileri ya satın alırlar ve aldıkları patentleri kullanmazlar, ya da engel olurlar. Lenin o dönem için bir rakam verir bizlere: “1906’nın sonlarında, yalnızca patent elde etmek amacıyla, tröste bağlı iki yeni şirket kurdular.”

Lenin döneminin koşullarında tekeller dünyası bugünküne göre hâlâ embriyo halindedir. Bugün artık tüm dünya büyük birkaç tekelin yönetimi altına girmiştir.

“Bu, artık bilinmeyen bir pazar için üretim yapan, şuraya buraya dağılmış ve birbirinden habersiz patronların eski serbest rekabetinden kesinlikle farklıdır. Temerküz o noktaya varmıştır ki, bir ülkenin ve hatta, içeride göreceğimiz üzere, birçok ülkenin ya da tüm dünyanın bütün hammadde kaynaklarının dev tekeller tarafından ele geçirilmesidir.”

Haftaya buradan devam edeceğiz…

Kaynak: TELE1