Küreselleşme mi yeni küresel emperyalizm mi?

Yayın tarihi: 7 Ocak 2023 Cumartesi 2:17 pm - Güncelleme: 7 Ocak 2023 Cumartesi 2:17 pm

Ertürk Akşun

İletişimin ve seyahatin bu kadar kolaylaştığı bir dünyada küreselleşme kaçınılmazdır. Buraya kadar doğru, peki bahsedilen küreselleşme ile yaşanan küreselleşme aynı anlama mı geliyor? Bizi de asıl ilgilendiren soru bu aslında.

Küreselleşmeyi sadece hareket edebilme özgürlüğü, dünya insanı olma ve iletişim üzerinden tarif edebilir miyiz?

İdeolojik manipülasyonlarla insanların kafasında ilk oluşan imge, her bireyin artık bir dünya vatandaşı olduğu, tüm kültürlerin kaynaşması, daha ileri hali ise, dünyanın tek bir ülke olduğu düşüncesi. İşin ütopya kısmı bu.

Kafalarda oluşan bu imge gerçekten doğru mu? Yoksa bu imge büyük ideolojik manipülasyonlarla yaratıldı da, kapitalizmin yeni sömürü biçimi bu imgenin arkasına mı saklandı?

Elbette önemli düşünürlerin küreselleşme üzerine yazılmış kitapları ve değerli tespitleri mevcut. Kolaycılık “Bunlar zaten yazıldı, benim tekrar etmeme ne gerek var?” demek. Ama şurası bir gerçek ki bir düşüncenin toplumun her hücresine yayılabilmesi için, bu düşüncenin toplumun her kesiminin anlayacağı şekilde ve seviyelerde tekrar tekrar anlatılmasıdır. Basit olarak anlatmak önemlidir. Basit olarak anlatılabilmesi de, düşünürlerin konuyu enine boyuna inceleyip net sonuçlar çıkarmasına bağlıdır. Basit şekilde anlatmak, işin en zor yanıdır.

Karl Marx’ın Das Kapital’ini çok az kişinin anlamış olması kitabın değerinden bir şey kaybettirmez. Ama Kapital’i anlayanların, içeriğini sıradan halka anlatması ve basitleştirmesi de bir o kadar önemlidir. Yani düşüncenin eyleme geçebilmesi için konunun herkese en anlaşılabilir şekilde anlatılması gerekmektedir. Tam da bu yüzden bu yazının asıl amacı, küreselleşme kavramını herkesin anlayabileceği şekilde anlatma çabasıdır.

İdeoloji toplumun her hücresine nüfuz ettiğinde bir anlam kazanıyor. İdeoloji sıradan halkın elinde en büyük silahtır. Yeni küresel kapitalistlerin başardığı şey, küreselleşmenin herkesi özgürleştireceği fikrini her kesime kabul ettirmiş olmasıdır. Peki biz işin aslında hiç de öyle olmadığını her kesime nasıl anlatacağız?
Sorular ve sorunlar birikmiş durumda. Peki cevaplar üretebiliyor muyuz?

Kavramlar düşüncenin formülasyonudur. Kavramları daha anlaşılır ve belirli bir standarda oturtmak, düşünce dünyası için olmazsa olmaz önemdedir.
Küreselleşme de bu kavramlardan bir tanesi. Genel anlamı, algı olarak insanlara hoş gelse de, uygulama halinde, halkların yoksullaşması, sömürülmesi için kullanılmasıdır.

Alman gazeteci yazar Wolfgang Korn, Polar Yeleğin Dünya Seyahati isimli kitabında tam da bu konuyu anlatmaya çalışıyor. Çocuklara “küreselleşme” kavramını nasıl anlatabilirim fikrinden yola çıkıp, bir polar yeleğin hikâyesiyle bizi dünya seyahatine çıkarıyor. Yazar çocuklara yönelik yazdığı bu kitapla Avusturya’da Yılın Bilim Kitabı Ödülü’ne de layık görülmüş.

Öncelikle polar yeleğin hammaddesi olan petrolün izini sürmek için BAE’ye, Dubai’ye gidiyor. Ham petrolün çıkarılması sürecini anlatırken, şehrin nasıl ikiye bölündüğünü, çalışanların kötü koşullar içinde yaşadığını ama diğer tarafta petrol zengini ailelerin ne büyük bir lüks içinde yaşadıklarını anlatıyor. Dubai nüfusunun yarısından fazlasını bu azgelişmiş ülkelerden gelen işçilerin oluşturduğunu söylüyor. Bir önemli tespiti de, insanların kafasında oluşmuş olan zengin Arapların, sadece petrol satarak zenginliklerini sürdürmedikleri…

Petrolün bir sonu olduğunu kabullenmişler ve kazandıkları paraları dünyanın her yerinde yatırıma dönüştürüyorlar. Çağımızın önemli endüstrisi olan futbola yatırım yapıyorlar. Dünyanın her yerinden takımlar satın alıyorlar. Ülkemizdeki Arap yatırımlarını zaten hepimiz biliyoruz. Örneğin BEIN SPORTS Katar sermayesine ait. İleride değineceğimiz gibi, küreselleşmenin en büyük destekçileri ve kâr edenleri finans kapital. Para ile para kazananlar. İşte petrol zenginlerinin en büyük yatırım araçları da tam olarak bunlar.

Sadek ile iş arkadaşları kentin kenar mahallelerindeki sefil barınaklarında kahvaltılarını yeni bitirdiler. Bunlar Dubai nüfusunun dörtte üçünden fazlasını oluşturan ve neredeyse bütün işleri yapan misafir işçiler. Sondaj adalarında ve inşaatlarda çalışıyor, restoranlarda ve zengin Dubaililerin yanında yemek pişiriyor, garsonluk yapıyor, bahçelerin bakımını üstleniyor, yolları temizliyor ve taksileri sürüyorlar. Bu misafir işçiler ayda yaklaşık olarak 150-250 euro kazanıyor; paranın çoğunu genelde sadece bu gelirle yaşamak zorunda olan ailelerine gönderiyorlar. Batı’dan gelen misafir işçiler yani gökdelenlerin şantiye şefleri, deve yetiştirme çiftliklerindeki veterinerler ya da sondaj adasındaki mühendislerin kazancı çok daha iyi; memleketlerindeki gelirlerinin iki katını alıyorlar.

Petrol zenginliği ve akıllı iktisadi politika sayesinde Dubai globalleşmenin kazananları arasındadır. Nüfus başına hesaplandığında dünyanın en zengin ülkelerindendir. Bunu bütün dünyaya göstermek için de Dubaililer, dünyanın en yüksek gökdelenini, dünyanın en büyük eğlence parkını ve dünyanın en büyük yapay adalarını yaptırıyor.”

Ülkemizde bile zenginlerin gözde tatil yerleri arasına Dubai girmiş bulunuyor. Büyük bir hikâye satıyorlar. Sırada çıkan petrolün işlendikten sonra dağıtılması var. Burada devreye tankerler giriyor. Dünya üzerinde tahminen 7.000 civarında tanker çalışıyor. Günde hâlâ 85 milyon varil petrol tüketiliyor. Bunun dörtte üçünü Batılı ülkeler kullanıyor. Ama Batılı ülkelerin iki büyük rakibi ortaya çıkmış, Hindistan ve Çin.

Her ne kadar dünya liderleri, özellikle Batılı liderler, yenilenebilir enerji lafazanlığı yapıyorsa da ağırlıklı olarak kullanılan ürün hâlâ petrol. Çünkü bir kapitalist kârından asla vazgeçmek istemiyor ve şu an için hâlâ en ucuz enerji kaynağı petrol. En ucuz ticaret taşımacılığının hâlâ denizlerden ve konteynerlerle olması gibi.
En önemli ve unutulmaması gereken şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Bir kapitalistin tek amacı kârını maksimize etmektir. Etmediği takdirde yarışta geriye düşer. Yarışta geriye düşmek bir kapitalist için yok olmak demektir. O yüzden bir kapitalist, en ucuz emek gücünü, en ucuz hammaddeyi, en ucuz enerjiyi tercih edecektir. Bu tercihin sonuçları olarak, dünyanın kirlenmesi, insanların gittikçe yoksullaşması, büyük göçler, gerekirse savaşlar vs. umurunda olmayacaktır ve olmamaktadır.
Petrol tankerlerle Bangladeş’e ulaşır. Kalabalık ama yoksul bir ülke olan Bangladeş’te en ucuz şey işgücü. Sendikalaşma yok denecek kadar zayıf, ücretler köle düzeyinde ve çevreyi kirletmek serbest. Petrolün işlendikten sonra en altta kalan kısmıyla polietilen üretiliyor.

Ancak polietilen en çok ambalaj imalatında kullanılır. Çünkü bütün malların uzak mesafelere gönderildiği bir dünya, her şeyden önce bir ambalaj dünyasıdır.

Asya’da, Güney Amerika’da ve Afrika’da birçok bölge bu yüzden artık plastik çöple kaplı. Hindistan’la Bangladeş’te inekler, yollarda dolaşıp plastik yedikleri için ölüyor.

Peki büyük kapitalistler bunları bilmiyor olabilir mi?

Batı’da ise durum biraz daha farklı. Batı için geri dönüşüm olmazsa olmaz. Her ürün ayrı olarak geri dönüşüme bırakılıyor. Ama plastik olarak toplanan geri dönüşümler nereye gidiyor? Elbette yine 3. dünya ülkelerine.

Avrupa’nın plastik atığının Türkiye’ye geldiğini elbette birçoğunuz gazetelerde okumuştur. İlginç olan ülkemizde halk geridönüşüm fikrini henüz kazanabilmiş değil, halkın yapması gerekeni, “kâğıt toplayıcıları” diye tabir edilen, yeni bir iş alanı olarak ortaya çıkan bir kesim yapmakta. Metal, plastik, kâğıt ayrıştırıcıları… Şu an birçok çevreci kuruluş ve kendini çevreci diye tanıtan insandan daha fazla çevre dostluğunu bu yeni işkolu çalışanları yapmakta.

Ayrıştırılan petrol polietilen haline geldikten sonra, elyaf iplere dönüşüyor ve artık üretim için hazır. Artık bu iplikler Bangladeş’in en ücra köşelerine, yoksul mahallelerindeki tekstil atölyelerine gidecek. Kölelik seviyesinde çalışan işçiler sigortasız, mesaisiz belki 12-15 saat arası çalışarak bir polar yelek üretecekler. Kitabın bölümlerinden bir tanesinin başlığı şu: “Düşük Maaş, Yüksek Risk Bangladeş’te Tekstil İşçisi Kadınlar ve Çocuklar.”

Yeni küresel emperyalizm en çok kadınları ve çocukları sömürüyor. Ürünler artık Avrupa’ya ve dünyanın her tarafına dağılabilir. Küresel yeni emperyalizmin önemli ayaklarından bir tanesi de lojistik, yani taşımacılık. Dünya ticaretinin %95’i hâlâ deniz üzerinden yapılıyor. Deniz taşımacılığı denince de akla elbette konteynerler geliyor.

Aşağı yukarı elli yıl önce, 1956 yılında konteyner devrimi başladı. Amerikalı Malcolm McLean’in bir fikri vardı: Eşyalar kamyondan gemiye ya da tren vagonuna parça parça yüklenmek yerine, başlangıçtan itibaren mobil metal kasalar içinde istiflenmeliydi. Bu standart kasalar çok daha kolay naklediliyordu. Standart konteyner dünyanın her yerinde altı metre uzunluğunda, 2,3 metre genişliğinde ve yüksekliğindedir…

Bu konteynerler olmadan globalleşme olmazdı, en azından bu tempoda olmazdı.

Yeni küresel emperyalizmin emperyalizmden farkı biraz da bu standartlaşmada yatıyor. Yeni küresel emperyalizm, hem hukuksal anlamda, hem standartlar anlamında daha gelişmiş durumda. Eski emperyalizmin önünde her ulusun kendi yasaları varken artık ulus devletlerin yıkımıyla birlikte, küresel emperyalistlerin tüm dünyada geçerli ve kendilerine göre ayarladıkları hukuk sistemi ve yasaları mevcut. Ticaret anlamında globalleşmiş standartlara kavuşmuş durumda.

Ürünler artık gemilere yüklenmiş. Ama dünya bu kadar yoksullaşırken kaçınılmaz olarak hırsızlık da artacak. Denizlerin korkulu rüyası, yeni korsanlar. Özellikle Hint Denizi’ne yayılmış vaziyette. Eski korsanlık gibi değil, daha küçük teknelerle, vur kaç operasyonlarıyla, büyük ticari gemilere saldırıyorlar. Dünya yoksullaştıkça zenginlerin de huzuru kaçacak. Bu ayrı bir yazı konusu olmayı elbette hak ediyor. “Ekmek bulamıyorsanız zengin yiyin” sloganı artık daha sık kullanılıyor.

Polar yelek sonunda Avrupa’da. Ama orada bir süre ikamet ettikten sonra ikinci el ürün olarak Afrika kıtasına gidecek. Bu yeni küresel emperyalizmin başka bir yüzü. 1950’lerden 1980’lere kadar birçok Afrika ulusu, ulusal bağımsızlık savaşı vermiş, bazıları birkaç adım daha ilerisine giderek demokratik devrim diyebileceğimiz aşamalara ulaşmıştı. Bazıları ise Mısır’da Nasır’ın yaptığı gibi üçüncü yol veya yeşil komünizm diye tabir edilen BAAS partileriyle ülkelerinde yeni bir devrim gerçekleştirmişti. Bunlar Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam, Suriye’de Esad olmak üzere kendilerine Batı emperyalizminden bağımsız bir yol çizebilmişlerdi.

Yeni küresel emperyalizmin başlangıcını da 1980 olarak ele alırsak (Reagan-Thatcher gericiliği) bu tarihten sonra 3. dünya ülkeleri yoğun bir saldırı altına girdi ve çoğu ulusal bağımsızlık savaşı vermiş olan ülkeler ya darbelerle ya da küresel emperyalistlerin sömürüleri sayesinde daimi iç savaş yaşayan ve sömürüye açık ülkeler hale getirildiler. İşte bu ülkelerden birisi de kitapta adı geçen Senegal. Senegal’in nasıl dışa bağımlı hale getirildiğine bir göz atalım, örneğin balıkçılık konusunda.

Günümüzde balıkçılar teknelerini insan tüccarlarına satıyor çünkü balık avlayarak yaşayamıyorlar artık. Batı Afrika sahillerinin önünde balık sürülerini yakalayanlar özellikle Avrupalı büyük trolcüler. Avrupa Birliği 2000-2006 yıllarında, balıkçılığı korumak için yaklaşık 4 milyar euro harcadı. Bu paranın büyük bölümü, Batı Afrikalı devletlerden balık avlama haklarını satın almak için kullanıldı. Paraları oradaki balıkçılar aldı sanılmasın, (Senegal’in sözde yöneticileri) ülke yönetiminin derinliklerinde bir yerlere gitti.

Bir de şu var: AB sübvansiyonları aslında Avrupalıların işyerlerinin korunması için ödeniyor. Oysa balıkçılar parayı daha modern gemiler satın almak için kullanıyor. Batı Afrikalılar ise çoğunlukla Avrupalıların öncelikle İspanyol trolcülerin gemilerinde düşük ücretlerle çalışıyor. Açık ifade edildiğinde, Batı Afrikalılar AB paralarının yardımıyla sömürülüyor, aynı zamanda da Batı Afrikalı balıkçıların temelleri yok ediliyor.

Medyada yoğun eleştiriler AB’nin kendi balıkçıları için daha sert yükümlülükler getirmesine yol açtı: Artık kıyı önlerinde o kadar fazla balık yakalayamayacaklar ve balık yavrularını kollamak için daha büyük gözlü ağlar kullanmak zorundalar. Böylece Afrika kıyı balıkçılığının korunması amaçlanıyordu. Ama Senegal hükümeti kıyıları önünde avlanma hakkını –yerli balıkçıları herhangi bir biçimde korumaksızın– daha fazla para karşılığında anında Kore’ye satıverdi.

Senegal’in asıl üreticisi olduğu pamuğa ne oldu dersiniz? Daha ucuza üretilen polietilene kurban gitti.

Peki bu hükümetler nasıl oluştu? Sürekli zengine satan, halkı için en ufak çıkar gözetmeyen hükümetler… Peki şu anlatılanlar bize tanıdık gelmiyor mu? Daha 20 yıl öncesine kadar kendine yeten ender ülkelerden olan Türkiye, bugün yiyeceğine varana kadar nasıl dışa bağımlı hale geldi?

Şimdi tersine göç zamanı. Küreselleşme ile birlikte (yeni küresel emperyalizm) dağıtılan ulus devletler, sendikasızlaşan yeni işçi sınıfı, yeni tüketim toplumu vs. gibi ideolojik hegemonya ile kurulan bencilleşmiş ve kendinden başka kimseyi düşünmeyen narsis toplum, yeni sömürü düzeninden sonra iyice yoksullaşan 3. dünya ülkeleri ve halkları, şimdi kendisini sömüren Batı’ya doğru yola çıkıyor. Artık balık tutmayan tekneler ile, yarısı mutlaka ölümle sonuçlanan bir yolculuk bu. Batı 3. dünya ülkelerinden gelen bu göçlerle gittikçe yeni faşizm dediğimiz bir olguya yakalanıyor. Batı ülkelerinde faşizm hızla yükselirken, 3. dünya ülkelerinde durum tam tersine.

Çocuk kitabımızın yazarı da elbette bir Batılı ve tüm bu sömürü düzenini anlattıktan sonra maalesef önerisi sadece şu oluyor:

Ama biz tüketicilerde ev ödevlerimizi yapmalıyız. Her alışverişle, özellikle her satın alışla, nasıl bir dünyada yaşadığımızı belirliyoruz. Bir ürünü seçerek ve diğerini almayarak aynı zamanda hangi malların ve işletmelerin kazanç elde edeceğine, hangi ülkelerin daha fazla mal ihraç edebileceğine, insanların çalıştıkları koşulların nasıl olduğuna karar veriyoruz…

Küreselleşmenin bir ideal olması için oyuncuların eşit olmasını öneriyor ayrıca yazarımız.

Aynı sporda olduğu gibi fairplay gerekli. Eğer rakip 11 yerine 5 oyuncu ile sahaya çıkmaya zorlanıyorsa futbolda kazanılacak zaferin ne yararı olur? Global pazarlar için adil kurallar geliştirmeliyiz…

Evet bir küreselleşme olacaksa mutlaka güçlü ulus devletlere ihtiyaç duyulması gibi garip bir çelişki bu. Bunları yani işin teorik kısmını tartışmaya haftaya devam edelim…

Küreselleşmeden kimler yararlanıyor?

Ulus devletlerin zayıflaması kime yarıyor?

Küreselleşme ve yeni faşizm nedir?

Küreselleşme ve göçler, Roma’nın yıkılış hikâyesini mi hatırlatıyor?

Küreselleşmenin iktisadi yapısı nedir?

Bütün bunları haftaya tartışmak üzere hoşça kalın…