Korku toplumu ve yeni ortaçağ

Yayın tarihi: 28 Ekim 2023 Cumartesi 4:21 pm - Güncelleme: 28 Ekim 2023 Cumartesi 4:21 pm

Ertürk Akşun

Ortaçağ bir korku düzenidir, “yeni ortaçağ” daha karmaşık ve daha büyük bir korku düzenidir.

*

Minc “yeni ortaçağ”ın gelişmesinde, düzenli yapıların yıkılmasından doğan gri alanların hâkimiyetinden bahsediyor. Ama sadece burada kalmıyor. “Yeni ortaçağla birlikte korku hâkim olur…” diyor ve ekliyor: “Korkuyla birlikte her türlü ekstremizm, dinsel, etnik aşırılıklar çoğalır ve hâkim duruma geçer.” Korkuyla birlikte akıl yolunun tıkandığını ve akıl yolu tıkanırsa tüm dinsel ve etnik öğelerin öne çıkacağını, tarikatların ve mafyanın ise bu alanlardan doğacağını söylüyor. Güzel ama yeterli değil. Buna hakikatin ortadan kalkmasını da eklemek gerekiyor.

Elbette korkunun en önemli kaynağı din olgusu ama, günümüz korkuları sadece din ile beslenmiyor. Korku, bilinmeze duyulan güvensizlikten beslenir. Geleceğe güveni ortadan kaldırdığınızda, dine dahi ihtiyaç duymadan büyük korkular yaratabilirsiniz. Bilinmezin önündeki en büyük güç, akıl, akılla görmektir. Akıl’ı ortadan kaldırdığınızda, bilinmezin kapılarını da açmış olursunuz. Akıl bir bütünü temsil eder, geçmişin bilgisini, geleceğin kurgusunu, görünmez olanın görünmesini.

Tam da bu yüzden, neoliberalizm, postmodern felsefe denen saçmalıkla, ilk olarak “akıl”a, bununla birlikte de “hakikat”e saldırmıştır. Bu uzun anlatılacak bir konudur. Postmodernizm, hakikatin ortadan kaldırılması ya da hakikatin parçalanmasıdır. Postmodernizm her şeyi atomize eder. Herkesin doğrusu kendine olduğunda ortada gerçek kalmaz. Postmodernizmin asıl hedefi modernizmdir. Uzun yıllar modernizme saldırması boşuna değildir.

Modern çağ bir düzen çağıdır. Aklın ilkelerine göre düzenlenmiş, belirli hukuk çerçevesinde oluşmuş bir çağdır. Ortaçağ ise düzensizlik çağıdır. Herkesin kendisine göre bir düzen kurduğu bir çağdır diyebiliriz. Rönesans’tan ve özellikle Aydınlanma Çağı’ndan bu yana akıl, dünya görüşümüze hükmediyordu: Yanlış adımlara, yalpalamalar ve kesintilere rağmen, düşünceye hâkimdi. Tam da bu sebeplerden dolayı her anlamda (klasik mafya tanım değil, mafya düzensizlik içinden doğan her türlü hukuk dışı alan olarak tarif ediyorum) ortaçağ mafyatik bir çağdır.

1993 yılında Alain Minc Yeni Ortaçağ kitabını yazdığında şunları öngörüyor:

“Güvensizlik korkusu, yeni ortaçağda eskisinin açtığı gibi büyük korku ve geleceksizlik alanları yaratıyor. Bu giderek daha da büyüyecek alanlar doğuracak.”

O günden bugüne bu güvensizlik aritmetik olarak değil, geometrik olarak büyümeye devam ediyor. Minc şöyle devam ediyor:

“Yeni ortaçağ, sadece düzen yapılarının dağılmasını ve gri alanların gelişmesini içermez, aklın gerilemesiyle de özdeşleşir. Akıl en alt düzeyde gibi gözüküyor artık. Bizim ortaçağımız, Hıristiyanlık sayesinde bir dayanaktan yaratılmış olan eski ortaçağdan farklı olarak, kendisine hiçbir dayanak bulabilmiş değil.”

Güzel, artık sadece din değil, dinden daha karmaşık korku yapılarını bulabiliyoruz.

Ortaçağın temel olgusu korku ve korku ile yönetmektir. Korku hem yalnızlaştırır hem de başkalarını ötekileştirir. Sistemin sürekli korku pompalaması tam da bu yüzdendir. Yalnızlaşan insan kitlesel eylemlerden de kopar. Korkan insan sadece kendi yaşamını güvenceye almak ister. AIDS, salgın hastalıklar, savaşlar, milenyum bunların hepsi insanları daha güvensiz ve korkak hale getirmiştir. Ortaçağda vebanın oynadığı rolü günümüzde birçok şey dolduruyor. Kinlerin en tehlikelisi, “ötekine” duyulan kindir. Günümüz toplumu artık kindar bir toplumdur, “öteki”ne karşı duyulan kin en çok yeni faşizmi beslemektedir.

2000 yılının başında tüm dünyada dehşete sebep olan akıl tutulmasını unutmak mümkün değil. Yeni milenyum diye adlandırılan ve tamamen akıldan yoksun bekleyiş insanların ne durumda olduğunu ve ortaçağ insan tipinin bire bir kopyası olduğunu bize kanıtlamıştı.

Alain Minc, “yeni ortaçağ”la korku düzeninin geliştiğini saptadıktan sonra şu örnekleri verir:

“Korkular yerleşir yerleşmez, dinsel, etnik ve siyasal aşırılıklarda öne çıkar. Günümüzde pupa yelken ilerleyenler, en dogmatik gruplardır. Gilles Kepel, ‘Fous de Dieu’ adlı yapıtında bunların hepsini ortaya dökmüştür. Katolik dünyasında, köktenci hareketlerin uyanışı; Protestan evreninde, karizmatik alt-kiliselerin ilerleyişi; dindar Yahudilerde, ‘Loubavitch’lerin ve öteki teokratik hahamların yükselişi; İslami yörüngede, saf ve katı, yayılmacı ve saldırgan bir İslam yandaşları yararına ılımlı İslamcıların gerileyişi. Semavi dinlerin dışında ayrıca, tarikatların, hepsi birbirinden daha çok esinlenmiş inançlılar gruplarının, çoğu kez misyonerler kadar açgözlü ‘guru’ların, Kutsal Kitap’la ilgisi olmayan kutsal kelamın, yalnızca korku güdüsü üzerinde oynayan yarı dinsel yarı pagan ayinlerin, üyelerinin hepsi hipnoz altındaymış gibi görünen cemaatlerin önlenemez yükselişi. Ve akıldışılık dizisinin daha da ilerisinde, gelecek saplantısının en mükemmel ticaret alanı olduğunu keşfetmiş astrolojinin, medyumluğun ve diğer bütün yalancı bilgi dalların parlayışı.

Kardinal Lefebvre’den Kudüs’ün bazı hahamlarına, şeriatın en katı savunucularından kendilerini cemaatleriyle birlikte feda etmeye hazır Teksas’ın ‘guru’larına kadar hep aynı oyun tezgâhlanıyor: Korku ile akıldışılık üzerinde oynanıyor bu oyun. Beş asır önce açılan büyük akılcılık paranteziyle birlikte dinler de değişmişlerdi. Doktrinel köşelerini törpülemişler, bilimle bir modus vivendi üzerinde anlaşmışlar ve dünyevi alanın kendi yetkileri dışında bulunduğunu hukuki ya da fiili bir şekilde kabul ederek ruhani alanın içine çekilmişlerdi.”

Bu yeni ortaçağda, korkular bilinçaltına, ilkel düşünceler de bilince ihanet ediyor. Korkular ve ilkel düşünceler birbirinden ayrılmazlar ve doğal olarak kolektif davranışları koşullandırırlar. Buradan yeni dinimize geçebiliriz.

YENİ DİNİMİZ SPİRİTÜALİZM VE KİŞİSEL GELİŞİM

Yukarıda Alain Minc’in tarifini verdiği yerden devam edecek olursak hem dünyada hem de ülkemizde en gözle görülür faaliyetler, tarikatlar üzerinden gelişiyor. Elbette burada tarikatların temelleri üzerinde duracak değilim. Tarikatlar çıkışlarında aşırı din baskısına karşı özgürlük alanları olarak doğmuşsa da, bir süre sonra dinden daha fazla baskı aracı olmuşlardır.

Bana göre buradaki en önemli vurgu, geleceksizlik… Gelecek kurgusunun ortadan kalkması, ortaya görünmez, belirsiz bir gelecek çıkması insanları ya korkulara, yeni yeni dinlere ya da hedonizmin kucağına bırakıyor. O yüzden yeni toplumsal yapılar iki keskin uç arasında salınıp duruyor: korku ve hedonizm. Bir tarafa aşırı gericileşirken, aynı sokağın diğer tarafında, sadece gününü yaşayan, gününü yaşarken de her türlü ahlaki ve akli melekelerini kaybetmiş bir durumdan bahsedebiliriz. Ortaçağ insanına baktığımızda da aynı durumu görürüz. Ortaçağ insanı da son derece hedonist gelecek kurgusunu kaybetmiş ya da geleceğe olan tüm inancını yitirmiş, sadece günü yaşayan (kişisel gelişimcilerin dediği gibi, mindfulness) hiçbir özgürlük ve eşitlik fikri olamayan bir insan topluluğuydu.

Elbette şu önemli vurguyu yapmak gerekiyor. Üretim biçiminin esnek üretim biçimine dönüşmesi, tüm insani yapılarda da büyük değişimler yarattı. Yukarıda saydığımız olguların en temel sebebi elbette ki bu yeni üretim tarzında gizli. Bu konu için Richard Sennett’in Karakter Aşınması ve Yeni Kapitalizm Kültürü kitaplarının okunmasını öneririm.

Yalçın Küçük ortaçağ insanı ve günümüz insanı arasındaki benzerlikleri saptarken din olgusuna şöyle yaklaşır:

“Feodalite ve tekolokrasi, dinseldir ve üstelik aşırı dinsel olduklarını söylemek yerindedir. Bunun için iki neden saptamak mümkündür; birincisi her ikisinin de tabansız olmasıdır, her ikisinde de yönetimin tabandan tümüyle kopuk ve hem de tekolokrasinin kökten halksız olduklarını tespit edebiliyoruz. İkincisi, hem feodalite, artık ‘feodalokrosi’ demekte hiçbir sakınca kalmadığını ekleyebiliyoruz. Hem tekolokrasi, son derece acımasız, yönetim açısından vahşi, yönetenler bakımından ise iğreti, precaire, acılı ve umutsuz çağlar oldular.”

Bu yazı sınırlarının çok ötesinde bir öneme sahip olan spiritüalizm ve kişisel gelişim çılgınlığını çok kısa geçiyorum. Artık her köşe başında dört şeye rastlamak mümkündür. Birincisi kişisel gelişim guruları, ikincisi herhangi bir tarikat, üçüncüsü kişisel gelişimcilerin bir başka versiyonu olan psikologlar ve sonuncu olarak da çılgın eğlence mekânları. Bunu ayrı bir kitap olarak yazmayı düşünüyorum.

Ortaçağda gelecek kavramı yoktur. Yeni ortaçağda ise gelecek sadece distopik bir gelecektir.

Herkesin kafasının içinde bir ortaçağ görüntüsü mevcuttur ve bu görüntü köylerine hapsolmuş insan topluluğudur. Köyünün dışını hayal etse bile, köyünün dışında yaşama şansı olmayan insan ortaçağ insanıdır. Buna hem ideolojik olarak hapsolmuştur hem de derebeyi tarafından hapsolunmuştur. Toprağını bırakıp giden köylü en ağır cezaya çarptırılır.

Ortaçağ insanı köyünün dışını hayal edemeyen insan demektir. Ortaçağ insanının kelime olarak bile gelecek kavramı yoktur. Ortaçağ insanı, sadece geçmişe özlem duyar, gelecek onlar için karanlıktır. Gelecek olmadığında ya kölelik vardır ya da hazcılık meydana gelir.

Günümüzün insanında gelecek kurgusu kaybolmuştur. Günümüz insanı içinde ütopya yoktur ancak distopya vardır. Yani karanlık bir gelecek kurgusu. Ya da çok sık rastlıyorsunuzdur geçmişe özlem vardır. Geleceğe inancı kaybolan insan için en önemli söz, “Anı yaşa” olacaktır. Buna “Carpe diem” deniyor. Bu da hedonizme götürüyor.

Anı yaşamak. An dediğimiz şey aslında geçmişin birikimi, geleceğin hayalidir. Ama bu kaybolunca geriye sadece haz düşkünlüğü, anı yaşamak kalır. O yüzden günümüzün eğlence anlayışına bakmak önemlidir.

Ortaçağ, bir bilinmeze açılan kapıdır. O yüzden falcılar, cadılar işbaşındadır. Günümüzde falcılığın bu kadar artması tesadüf değildir.

Günümüz insanı da gelecekten tamamen umudunu kestiği için, işi ya falcılara, ya Tanrı’ya, ya da günümüzün peygamberleri olan, kişisel gelişim gurularına kalmıştır.

Ortaçağ, birikime inanmamaktı, bu nedenle yarından korkuyordu; yeni ortaçağ ise birikimden korkmaktır, dünün silinmesi, tarihin silikleşmesi ve yok sayılması bu nedenledir.

Son bir ek yapmakta fayda var. Tüm bunlara katkı olarak bir başka önemli saptama ise, kıyametçiler ve komplocular. Alain Minc’ten bir alıntı daha:

“İçinde bulunduğumuz dönemde ABD, apokaliptik (kıyametçi) düşünce saplantısına gömülüyor: Mezheplerin mantar gibi türemesi – ki bunların üslubu ve söylemi malumdur. Faşist eğilimli yığın hareketleri – örneğin ‘Yurttaşlar Topluluğu’ otuz milyon üyesiyle gururlanıyor. Bu örgütün Amerika’nın en güçlü ‘sivil toplum’ örgütü olduğu biliniyor mu? Orada, Tanrı deliliği fundamentalizmiyle piyasa deliliği fundamentalizmi birbirini tamamlıyor.”

BÜYÜK KORKULAR BÜYÜK KALELERİ ORTAYA ÇIKARIR

Korku düzeni kaleleri ortaya çıkarıyor. Terör ve mafyatik korku alanları, insanları görünmez kalelerin içine hapsediyor. Ortaçağ da kaleler düzenidir ve feodallerin halkı kale içlerine hapsettiklerini biliyoruz. Yalnız kaleler sadece dışarıdan gelen saldırıları savuşturmak için oluşturulan bir güvenlik değildir. Kaleler aynı zamanda içeridekilerin dışarı kaçmasını da sağlarlar.

Feodalite kale demektir, surların içine hapsolmak demektir. Marcus Bull, 11 ve 12. yüzyıllarda kale sayısının müthiş derecede arttığını yazıyor. Bunu “feodal transformasyon” ya da feodal devrim diye nitelendirmektedir. Artık yeni zenginler, kendilerini surlar içine kapatmakta bulmaktadırlar.

Her büyük kriz dönemi zenginlere karşı kuşkuyu artırır ve kızgınlığa çevirir. Bundan kurtulmanın yolu, sitelere hapsolmak, kendi silahlı gücünü ve güvenliğini sağlamak ve karşı tarafı daha büyük korku ağlarıyla demoralize edip, tek başına bırakmaktır.

Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir.

Marc Bloch, ortaçağı tek bir cümleyle tarif eder: “Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir.”

Ortaçağda adamı olmakla günümüzün sponsoru olmak aynı anlamı ifade etmektedir. Sponsorsuz ne spor ne de sanat yapılabilir. Şimdi bütün sanatçılar ve sporcular sponsorların mallarıdırlar. Milyon dolar alan futbolcular aslında birilerini eğlendirmek için bu işi yaptıklarının ayırdında değildirler. Ortaçağda sanatçılar hep bir derebeyinin himayesinde olmak zorundadır. Sanat ancak saraylarda icra edilir bu yüzden. Şimdi de sanat sadece zenginlerin yapacağı veya zenginler için yapılan bir hal almıştır.

Ortaçağda yönetime gelen kişilerin ortak özelliği yeteneksizliktir diyebiliriz. Daha da doğrusu şöyle formüle edebiliriz: Ortaçağda yetenekli olmanıza gerek yoktur, yönetimde olmak için, birinin adamı olmak yeterlidir.

ORTAÇAĞ SİMGELER ÇAĞIDIR

Feodalitede simgeler çok önemlidir. Tıpkı yeni ortaçağda olduğu gibi…

“Ortaçağ, nerdeyse fetişist diyebileceğimiz ölçüde sembol düşkünüdür; vasalaj mutlaka bir törenle gerçekleşiyordu. Diz çökme, efendinin oğulun elini avucunun içine alması, erkek erkeğe dudaktan öpüşme, bu ayini çağrıştıran törenlerin can alıcı noktalarını oluşturuyordu.”

Yalçın Küçük bu tespiti yaptıktan sonra şunları da ekler:

“Ortaçağın dili sembolizmdi ve en azından erken ortaçağda temel bakış ikilem üzerine kuruluydu; ‘Tanrı versus İnsan’ ya da ‘Güçlü ve zayıf’ en yaygın ikilemler arasındadır. Kötümserlik ve acı, insanın temel tarifidir. Bu açıdan baktığımızda ortaçağda, İsa dininin büyük bir yaygınlık kazanmasına şaşırmıyoruz. Ortaçağın biçimlenip yerleşmesiyle İsevi doktrinin yayılması eşzamanlıdır. Çünkü, İsa acı çeken insanı sembolize ediyordu. ‘Ecce Homo’ İsa’dır. İnsan kötümserdir; kötümser, değişiklikten ve gelecekten korkandır. Bu nedenle ortaçağda ‘gelecek’ sözcüğü yoktur. Ortaçağda hiç kimsenin ‘gelecek’ tasavvur ve hayal etmediği yıllardır. Korkmaktadırlar. Bu nedenle ‘gelecek’ sadece rüyalarda ve yalnızca sembollerde var. Rüya yorumculuğunun ve astrolojinin yarı dinsel meslek olmasını, böyle düşünebiliriz.”

Artık ulusal bayraklar yerine şirket logoları var. Isırılmış elma mı istersiniz, yoksa Tesla’nın T’sini mi? Yogacıların kendi amblemi, aynı ritüeli uygulamaları. Tarikatların ritüelleri. Her cemaatin kendini ayırdığı simgeleri ve ritüelleri…

Sonuç Olarak:

Bu yazı dizisinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu yazı dizisinin amacı, ortaçağ çözümlemesi değildi elbette. Ortaçağ ile günümüz arasındaki benzerlikleri saptamak ve ortaçağdan çıkışın dinamiklerini görmek, bununla da günümüzde oluşan “yeni ortaçağ”dan çıkışın yollarını aramaktı. Şunu unutmamak gerekir ki, kurumsallaşmış toplum ideolojik boşluğu kendisi doldurmazsa, yenilik dışarıdan gelir ve bu yenilik her zaman insanlığın çıkarına olmaz, hatta “yeni ortaçağ” kavramıyla tarif ettiğimiz şey gibi, feci sonuçlar doğurabilir.