Faşizmin değişen yüzü – Neoliberal çağda faşizm – 4

Yayın tarihi: 20 Mayıs 2023 Cumartesi 3:46 pm - Güncelleme: 20 Mayıs 2023 Cumartesi 3:46 pm

Ertürk Akşun

Bir kavramın önüne “yeni” sıfatının getirilmesi beni rahatsız ediyor. Çünkü bu kavramlara veya düşünce akımlarına “yeni” sıfatının eklenmesi tarihsel olarak pek de hayırlara vesile olmamış. “Yeni Hegelcilik”, “Yeni Marksizm”, “Yeni Althusercilik”, “Yeni Troçkizm” “Yeni Modernizm”, “Yeni Aydınlanma” vs. Bunun yeni fetişizmiyle ilgili olmadığını söyleyerek başlamak istiyorum yazıya. Şimdilik başka bir kavram üretemediğimiz için “Yeni Faşizm” kavramına ihtiyaç duyduğumu itiraf etmeliyim.

Yazı dizisinin daha önceki bölümlerinde “Yeni Faşizm” kavramının nasıl ortaya çıktığından, klasik faşizmle arasındaki farktan, güncel siyaset açısından yansımalarından bahsettik. Bu son bölümde ise, özellikle birey kavramı üzerinden ve ortaçağ insanı ile günümüz insanı arasındaki benzerliklerden faydalanarak, bu “Yeni Faşizm”in insan tipolojisini incelemeye çalışacağız.

Burada uzun uzadıya ortaçağdan ve ortaçağ siyasal ve iktisadi sisteminden bahsedecek değilim. Ama kısaca bazı tespitlerimi sıralayabilirim.

Ortaçağ’ın temel özelliği, akla düşman olmaktır. Hurafeler ve din toplumunun ortak özellikleridir. Günümüzde bu hurafeler yerini, kişisel gelişim zırvalarına bırakmıştır. Günümüzün karanlık dini kişisel gelişimdir.

Ortaçağ biat kültürüdür. Marc Bloch, ortaçağı tek bir cümleyle tarif eder: “Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir.” Liyakatin olmadığı, biat kültürünün hâkim olduğu bir yönetim ve yaşayış şeklidir ortaçağ. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Ortaçağ cahiliye dönemidir. Bilmek değil, bilmememin makul olduğu bir çağdır. Günümüz enformasyon çağıdır, her yerden bilgi akmaktadır. Aşırı bilgi, bilgisizliği veya kirli bilgiyi doğurmaktadır. Aşırı bilgi ile bilgisizlik aynı şeydir.

Ortaçağ mafyatik bir düzendir. Hiçbir hukuk sisteminin olmadığı, güçlünün güçsüzün elindeki her şeye el koyduğu düzendir. Ortaçağdaki derebeylik sisteminin günümüze yansıması, tekellerdir. Tekeller artık kendi hukuku, kendi düzeni olan çağımızın derebeyleridir.

Ortaçağ gelecek zaman kipinin dilde dahi olamadığı bir düzendir. Ortaçağda yaşayan insanların gelecek kurgusu yoktur. Özlem sadece geçmişe duyulan bir duygudur ve gelecekle ilgisi yoktur.

Günümüz insanının en temel sorunu, gelecek üzerine düşünememesidir. Günümüz insanı, ortaçağ insanı gibi sadece bu anı yaşar. Gelecek düşüncesi aynen ortaçağda nasıl karanlık ise, günümüz insanı için de gelecek karanlıktır, ütopik değil, distopiktir. Ortaçağ insanında gelecek, cehennem, azap, bilinemezlik, işkence, ateşte yanma ise, günümüz insanında da, ekolojik felaket, pandemik hastalıklar, hukuksuzluk, açlık vs.dir.

Ortaçağın hukuk düzeni, düzensizlik ve güçlünün kendine göre düzenlediği yasalardır.

Ortaçağ hukuk düzeni linç kültürüdür. Linç kavramının en kısa tanımı “yargılamadan öldürmek”tir ya da “yargısız infaz” da diyebiliriz.

Ama artık sadece din ve milliyetçilik üzerinden yürümüyor bu linç kültürü, artık kendisine “demokrat”, “solcu”, “entelektüel” diyen insanlar da linç kültürünün bir parçası olmuş durumdadırlar.

Linç kültürünün bir diğer yüzü de “Yeni Faşizm” olgusuna denk düşmektedir.

Ünsal Oskay’ın, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım kitabında yaptığı tespit tam da yerindedir:

“İşsizliğin giderek ciddi oranlara vardığı, sistemin işsizler arasında, niteliksiz işgücü arasında ve hatta nitelikli/okumuş işgücü arasında bile inandırıcılığını yitirmeye başladığı günümüz Batılı toplumlarında, kitleler denen sıradan insanlar arasında anomik davranışlar da yaygınlaşmakta. Irkçılığın, arınmacı yakıp yıkarak yok etme eylemlerinin ne boyutlara vardığını Almanya’daki dış toplumlardan gelme işçilere yönelik şiddet hareketlerindeki artıştan, Bosna’daki utanç verici olaylardan ya da uzak veya yakın çevremizde olan bitenlerden anlamamız zor değil.”

Buna bugünlerde yaşadığımız topraklarda da sıkça rastlıyoruz. Suriyeliler, Afganlar ve diğer birçok üçüncü dünya ülkesinden zorunlu göçle gelenlere karşı duyulan kin, pasif bir öfke olmaktan çıkıyor, şiddet eylemleri olarak kendini gösteriyor. Topraklarından kopup gelmiş (bazısı içsavaştan, bazıları savaştan, bazıları yoksulluk nedeniyle) ülkemize sığınmış insanlara karşı yansıtıyorlar. Halbuki sorunun asıl sebebini görmezden gelip kinlerini daha kolay hedef olan bu göçmenlere yöneltiyorlar. Onları topraklarından kopmaya zorlayan koşulları yaratanlara karşı herhangi bir düşmanlık beslemiyorlar.

Demek ki linç kültürünün temelinde, sürü olma hali var, cehalet var, en önemlisi de yargılama yok. Sıkışan toplumun biriken kinini kolay hedeflere yöneltmek var.

Ama burada bizi ilgilendiren kısım, gerçeklikten kopmuş, yargı sisteminin olmadığı bir çağı yaşıyor olmamız ve bunun sonuçlarıdır.

Hem de yeni sosyal ağlar sayesinde kitlesel linç kültüründen bireysel linç kültürüne geçmiş durumdayız. Herkesin savcı, herkesin yargıç ama aynı zamanda da herkesin suçlu ilan edilmesi yeni durumu tarif ediyor.

Ekşi Sözlük, özgürlük mü, faşizm mi? Twitter bize özgürlük mü vaat ediyor yoksa faşizm mi? Hiçbir kural tanımadan, birilerinin hakkında bir şey yazmak, sahte hesapların ve isimlerin arkasına saklanarak bunları yapmak, linç etmek, konuyu bilmeden ve yargılamadan, bize özgürlüğün mü yoksa faşizmin mi kapılarını açıyor?

“Yeni Faşizm”in klasik faşizmden en temel ayrıştığı nokta, birey kavramının tarifi üzerinden ve bireyin yeni anlamından kaynaklanmaktadır. Klasik faşizm toplulukların ortak yönelimi üzerine kurulu iken, neoliberal faşizm tek tek bireylerin düşüncesini hedef alır. Elbette bu durum da daha ideolojik, daha görünmez olması sonucunu doğuruyor.

Yazımızın geçen bölümünde ideolojiyi çok kısaca tarif etmiştik. Buradaki yeni sorunumuz ideolojilerin bittiği tezi gibi bir sanal durumla karşı karşıyayız.

İdeolojilerin bittiği tezinin bizim konumuzla ilgisi büyük. İdeolojinin bittiğini söylemek, belki de tarihteki en ideolojik sözdür.

İdeoloji bir düşünsel toplamsa, ideolojilerin bittiğini savunmak, insanı hayvanlaştırmak, böcekleştirmek demektir. İşte neoliberalizmin en önemli tezi, ideolojilerin bittiğini iddia etmeyi, insanları hayvanlaştırdık tezi ile eşdeğerdir.

PEKİ NEOLİBERAL İNSAN TİPOLOJİSİ NASIL OLUŞUYOR?

Kendini sürekli yeniden tasarlayan bir insan tipinden bahsediyoruz. Kendini sürekli yeniden tasarlamak, özgürlük gibi görünse de, sürekli olarak başkalarına bağımlı olmayı gerektirir. Bir proje insan tipi bu. Dışsal baskılardan ve kendini yabancı zorlamalardan kurtarmış hissi yaratıyor ama özünde daha iyi performans sergileme ve mükemmelleşme şeklinde içsel baskılara ve zorlamalara maruz kalıyor. Bunu Byung-Chul Han şöyle tarif ediyor: “Yapabilme özgürlüğü, emer ve yasaklar dile getiren yapmalısından daha fazla zorlama üretiyor. Yapmalısının bir sınırı var ama yapabilmenin ise sınırı yoktur.” Sürekli kendini, kendisiyle, yapabilirim ile sömüren insan tipi ortaya çıkıyor.

Neoliberalizmin yeni insan tipolojisi özellikle özgürlük kavramı üzerinden okunmalı. Her şeye ve herkese sınırsız özgürlük fikri ideolojik bir yapının temel prensibini oluşturuyor. O yüzden yeni insan tipolojisini incelerken özgürlük kavramına da değinmeden geçilemez.

“Özgürlük aslında bir ilişki kelimesidir. İnsan kendisini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder. Noeliberal rejimin yönelmiş olduğu tümden tekilleşme bizi gerçekten özgür kılmaz…” diye devam ediyor Byung-Chul Han.

Marx da özgürlüğü başkalarıyla kurulan ilişkide tarif eder. “Ancak başkalarıyla birey yeteneklerini her yönde geliştirme imkânına sahiptir.” Buna göre özgürlük insanın kendisini ancak diğerleriyle birlikte gerçekleştirmesinden başka bir anlam taşımaz.

Marx’a göre bireysel özgürlük sermayenin en güzel hilelerinden bir tanesidir. Bireysel özgürlük fikrine dayanan özgür rekabet sadece sermayenin özgürlüğüdür. Tam olarak şöyle söyler Marx: “Özgür rekabette özgür olan bireyler değil sermayedir.” Byung-Chul Han buradan yola çıkarak şu sonuca varır: “Bireysel özgürlük aracılığıyla sermayenin özgürlüğü gerçekleşir. Böylelikle özgür birey sermayenin cinsel organı durumuna indirgenir.”

Kendini sömüren bu yeni insan tipi, hızla yalnızlaşır, yalnızlaşma sonucunda da ortak eyleme geçecek akli melekelerini de kaybeder. Ortak eyleme geçemeyen yeni insanlık tam da neoliberalizmin istediği insan tipidir.

Yeni performans odaklı kişilik, öncelikle her şeyin kendisinden başladığını düşünerek tarihsel bağlamından ve tarihinden kopar. Yeni cahilliğin en önemli göstergesi de tam olarak budur. Her şeyin kendisiyle başladığına inanmak. Her gücün kendi içinde olduğunu düşünür. İsterse her şeyi başaracağına inandırılan bu kişilik, sürekli yeni performanslar peşinde koşar. “Neoliberal performans toplumunda başarısız olan kişi, toplumu ya da sistemi sorgulamak yerine başarısızlığından kendini sorumlu tutar ve utanç duyar… Neoliberal öz-sömürü rejimindeyse insan öfkesini daha ziyade kendisine yöneltir. İnsanın kendisine yönelttiği bu saldırganlık sömürüleni devrimci değil depresif yapar…” diyor Byung-Chul Han. Aslında bu kadar basit bir tarif. Günümüzdeki birçok düşünürün günümüzü “endişe çağı” diye adlandırması tam da buna denk düşüyor.

Neoliberalizm yurttaşı tüketici haline getirir. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketici edilgenliğine bırakır. Tüketici olarak seçmen bugün siyasete, toplumu şekillendirmekte etkin rol almaya gerçek bir ilgi göstermemektedir. Ortak siyasi eylem gerçekleştirmeye ne isteği ne de yeteneği vardır. Siyasete sadece edilgin bir biçimde, homurdanarak, şikâyet ederek tepki verir, tıpkı hoşuna gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi… Şeffaflık talebi her şeyden önce siyasetçileri ifşa etmek, maskelerini düşürmek, haklarında skandal yaratmak içindir. Bu talep skandal seyircisi konumunu öngörür. Angaje olmuş bir yurttaşın değil, pasif seyircinin talebidir bu. Seyirci ve tüketicilerle dolu şeffaflık toplumu bir seyirci demokrasisinden ibarettir.

Klasik kapitalizmde sömürü sadece bireyin iş saatleri içerisinde olurdu. İşçilerin en büyük mücadelesi de bu alanda olmuştur. Çalışma saatlerinin azaltılması. Büyük mücadeleler sonucunda bunda kısmi olarak bir başarı sağlamış olan işçi sınıfı, neoliberalizmle birlikte farkında olmadan sadece iş saatlerini değil, zamanının tümünü kapitalizme ve onun aparatlarına satmış veya bağışlamış oluyor.

Neoliberal politika giderek daha incelikli sömürü biçimlerini icat ediyor. Çok sayıdaki kendini yönetme atölyeleri, motivasyon artırıcı hafta sonları, yaşam koçları, kişilik geliştirme seminerleri ve zihin antrenmanları kendini optimize etme ve verimliliği artırma konusunda sınır olmadığı vaadini dile getiriyor. Bunlar yalnızca çalışma saatlerini değil, bireyin tümünü, bütün dikkatini, hatta bizzat hayatını sömürme amaçlı neoliberal tahakküm teknikleri tarafından yönlendirilmektedir. Bu teknikler insanı keşfeder ve bizzat onu sömürünün nesnesi yapar.

Sürekli kendini optimize etmeye çalışan, başka bir ifadeyle proje insan, aslında sistemin bizzat kölesi oluyor. “Verimlilik ve performansı artırmak için tıkanmalar ve hatalar tedaviyle giderilmelidir. Bu amaçla her şey ölçülebilir ve karşılaştırılabilir hale getirilerek pazarın mantığına teslim edilir. İyi bir hayat tasası değildir kendini optimize etme çabasının ardındaki. Bizzat sistemik zorlamalar, ölçülebilir pazar başarısıdır bunu zorunlu kılan.”

SONUÇ OLARAK

Krizde olan kapitalizm, yeni adıyla söyleyecek olursak, neoliberalizm, sürdürülebilir olmayacağını biliyor. %1’lik sermaye, toplam servetin %80’ini elinde tutuyor, geriye kalan %20’lik dilim %99’luk kesim arasında paylaşılıyor ve böylelikle uçurum derinleşiyor. Bu keskin çelişkiyi sürdürmenin tek yolu da sistemin bir zor aygıtı olarak faşizme yönelmesi. Bu zor aygıtı da eskiden açıkça görülen faşizmin, inceltilmiş, görünmez ve kişinin kendi kendisinin gardiyanı olduğu bir hal alıyor. Klasik faşist davranışından çok da farklı bir davranış modeli olmasına rağmen, görünürde, özgürlükçü bir faşizm tahliliyle karşı karşıyayız.

Tekrar edecek olursak:

1. Aydınlanmayı paradigmanın ilk kırılması olarak görmek ve akıl çağını aslında insanın kendi doğasından kopmasının başlangıcı saymak. İnsanı hayvandan ayıran tüm değerlere saldırmak, insanın yeniden hayvansı doğasına dönmesini salık vermek.

2. Akıl değil duygulara önem vermek.

3. Entel kavramıyla, işe yaramaz, tembel, sorumsuz, dejenere, kadınsı ve züppe söylemleriyle yine bilgiye ve akla saldırmak.

4. Liderden farklı düşünmeyi en büyük ihanet saymak.

5. İlk olarak ortaklık fikrine saldırmak, emeğin ortak mücadelesine saldırmak. Bunun yerine, etnik, dinci, milliyetçi köycülüğü koymak. Sendikalar yerine, mahalle veya köy derneklerini öne çıkarmak.

6. Gelecekten korkmak, geçmişe duyulan özlem.

7. Kendi dışında her şeye düşman olmak. (Klasik faşizmde milliyetçilik, kendi milletine sadık kalmak yerine.)

8. Sürekli bir dış düşman yaratmak. Bu devlet olarak da, birey olarak da suçu sürekli başkasında aramak.

“Yeni Faşizm” yeni insan ve yeni neoliberal düşünce anlaşılmadan anlaşılması zor bir kavram. Ama bizim görevimiz bunu tespit etmek ve yeni bir dünya için “Yeni Faşizm”le de başa çıkmanın yollarını aramaktır.