Tunus’ta başlayan ve Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Bahreyn ve Irak’la başlayan ‘Arap Baharı’ sürecinde iç ve dış medyanın yüzde doksanını kontrol eden emperyalist ülkeler ve onların bölgesel işbirlikçileri on milyonlarca yalan söyleyerek bu ülkelerin halklarına
‘sizlere özgürlük, demokrasi, insan hakları ve zenginlik getireceğiz’ dediler. Bu ülkelerdeki iktidarların diktatörlüklerine vurgu yapan emperyalistler bu diktatörlerin ne denli hırsız olduklarını anlatıp durdular.
Örneğin ‘Saddam’ın kimyasal ve nükleer silahları var’ yalanıyla 2003’de Irak’ı işgal eden ABD ve işbirlikçileri yalanlarına devam ederek ‘Saddam’ın içerde ve dışarıda milyarlarca doları var’ demişlerdi.
Irak halkıyla birlikte dünyada bir çok ‘saf’ kimyasal ve nükleer silah konusunda olduğu gibi bu yalana da inanmıştı.
Önceki gün Suudi finansalı El-Şark El-Avşar gazetesine konuşan işgal sonrası başbakan olan
Ayyad Allavi ‘Yaptığımız tüm araştırmalarda Saddam’ın kendi adına hiç bir yerde bir tek dolarının bulunmadığını, Irak içinde kendi adına bir tek mülkünün olmadığını ve her şeyin devlet kurumları adına kayıtlı olduğunu gördük. Saraylarında bile yapılan incelemelerde kayıt dışı para ya da altın bulmadık’ demiş.
Buna benzer söylemleri bir çok Libyalı yetkili Kaddafi için dillendirmişti. Onlara göre de
‘Kaddafi’nin yurt dışında kendi adına bir tek dolarının bulunmadığını ve 200 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilen paranın Libya devlet kurumları adına yabancı ülkelerde farklı yatırımlarda kullanıldığı’ tesbit edilmişti. Bu paralar Libya’daki kargaşa ve iç savaştan dolayı dünyanın bir çok ülkesinde bankalarda dondurulmuş olarak duruyor ve o bankalar bu paraları istedikleri gibi kullanıyor.
Şimdi Saddam ve Kaddafi yok ama bildik milyonlarca yalanla başarılan algı operasyonları sayesinde ‘Arap Baharı’ her iki ülkeyle birlikte bölgeye ‘ideal demokrasi ve özgürlükler’ getirmiş durumda ama ne yazık çoğunluk artık bu yalanları hatırlamıyor bile. Hatırlayabilecek zeka ve kapasiteye sahip olsaydılar ‘ABD, Batılı ülkeler ve onların bölgesel işbirlikçilerinin hiç biz zaman hiç bir yere demokrasi ve özgürlük getirmeyeceklerini’ bilirlerdi.
ABD ve onun Batılı müttefikleri dünyadaki tüm savaş, saldırı , işgal, terör, darbe, mafya ve bilumum pisliklerden sorumludur.
Peki ya bölgesel işbirlikçileri!
Körfez ülkelerinin hiç birinde demokrasi, özgürlük, insan hakları, kadın-erkek eşitliği, bağımsız medya ve yargı, sivil toplum örgütleri ve elbette parti ve seçimler yok.
Ve bu ülkelerin tümü bölgemizin ve dünyanın başına bela olan El Kaide, Taliban, Nusra, IŞİD, Boko Haram, El-Şabab ve benzeri radikal İslamcı terör örgütlerinin kurucusu, savunucusu ve finansörüdürler.
Bu ülkelerle birlikte Krallar tarafından yönetilen Fas ve Ürdün’deki yolsuzlukların sınırı yok çünkü HER ŞEY o ülkelerin sultan, kral, emir ve şeyhlerinin malı.
Bir tek örnekle; dünyanın bir çok ülkesinde yapılan Dünya Kupası maçları için ülkeler 5-10 milyar dolar harcarken geçen yıl Katar’da düzenlenen oyunlar için 220 milyar dolar harcandığı söylendi.
Varın siz düşünün yolsuzluğun hacmini !
Türkiye’nin 2011 sonrasında geldiği ya bilinçli bir şekilde getirildiği nokta ortada.
Demokrasi, özgürlük, insan halkları, basın özgürlüğü,
yargı bağımsızlığı, kadın- erkek eşitliği ve benzeri konuların tümünde karne berbatın ötesinde.
Yolsuzlukları anlatmanın ise hiç bir anlamı kalmadı çünkü her gün yenilerini duyuyoruz ve insanlar Zarrab olayını bile unuttu.
Ülkenin ve toplumun geldiği ya da getirildiği nokta korkunç.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemediğini bırakmadığı Sisi, Netanyahu, Bin Zayed, Bin Selman ve benzerlerine Türkiye ile barışmaları için yalvarmamız ayrı bir konu.
Memleket ve insanlar perişan ama iktidar umurunda değil çünkü algı operasyonlarıyla kendi yandaşlarını kontrol ediyor. O da yetmezse saçma sapan gündem ve konularla muhalefeti ve muhalif geçinen gazetecileri ve ‘aydınları’ kendi amaçları doğrultusunda kullanıyor.
Örneğin memleket perişan ama bazıları mülteciler ekseninde Türk - Arap düşmanlığını körüklüyor. Kimse de çıkıp ‘Yahu bu mültecilerin sorumlusu Erdoğan ve AKP iktidarıdır hesap ondan sorulmalıdır’ demiyor.
Atatürkçü geçinen hukukçu profesörler karanlık bir şekilde malı götürüyor kimse ilgilenmiyor. Saçma sapan dini söylemlerle benzer şekilde insanların kafasını karıştırmaya çalışan ‘laik görünümlü’ tiplerle toplumu gerçek gündeminden uzak tutmaya uğraşan muhalif görünümlü felsefe ve mistik sohbet grupları ayrı
birer konu.
Konuları, ilgi alanları ve gerçek kitleleri ne olursa olsun hepsinin olmazsa da çoğunluğunun ortak özelliği bilerek ya da bilmeyerek ‘aynı projenin çok kurnaz aparatları olmalarıdır’.
Projenin adını da artık siz koyun!