Yurdumun su yürekli insanları

Yayın tarihi: 1 Ağustos 2020 Cumartesi 4:31 pm - Güncelleme: 1 Ağustos 2020 Cumartesi 4:31 pm

Tuğrul Keskin

Ne tuhaf bir devran bu böyle; her yurttaşın nefesini, suyunu sahiplenmesi, koruması gereken devlet (hükumet)aygıtı, bunun aksine suyunu, havasını savunarak korumaya çalışan yurttaşlara en ağır bir biçimde saldırıyor!

Biliyorsunuz, Kaz Dağları’nın ‘tarumar’ edilmesine karşı mücadele veren ‘Su ve Vicdan Nöbetçileri’; ‘Kirazlı Altın Madeni Projesi’ne karşı, Çanakkale’de bir yıldır geceli gündüzlü nöbette. Kanadalı Alamos Gold’ şirketi ise; işbirlikçisi ‘Doğu Biga Madencilik’ ve Türk mülki idarelerinin işbirliği ile bu direniş hattını parçalamak için büyük mücadele içinde!

Her meslekten ‘Doğa Savunucuları’; su yürekli güzel insanlar, işlerini/güçlerini bırakıp, Kaz Dağları Kirazlı Bölgesindeki ağaçlarımızın ve suyumuzun peşine düşmüşler, dişe diş mücadele ediyorlar. Bu Doğa Savunucularının yapmaya çalıştığını, zaten devletin yapması gerekmez mi? Hükumetlerin asli işleri içinde yurdunun ağcını, toprağını, suyunu korumak yok mu? Yoksa türkülerinde olduğu gibi; yalnızca “ırmağının akışına mı ölüyorlar Türkiye’nin” ‘akış’ dışındaki gerçeklik artık bir Anonim Şirkete dönüştürülen ve tıpkı bir ‘A.Ş. gibi yönetilen’ Türkiye Cumhuriyeti’nin adli ve idare makamlarını ırgalamıyor mu? Şaşırıp kalıyor insan!

Kanada merkezli Alamos Gold firmasının altın arama ruhsatının yenilenmemesine karşın, Doğu Biga Madencilik tarafından açıklanan; ‘altın arama faaliyeti 2021’de başlayacaktır’ duyurusu haklı olarak bölge halkını ve çevreci örgütleri tedirgin etti. 25 Temmuz’dan itibaren daha güçlü bir biçimde bölgeye gitmeye, ağaçlarımızı korumaya çalışıyorlar. Fakat İstanbul ve İzmir’den hareket edenler, Çanakkale girişinde durdurularak gözaltına alınmaya kadar varan saldırılara maruz kaldılar. Neredeyse her direnişçiye ceza kesilmiş durumda, çünkü kesilen cezaların toplamı 333.000, ‘eski parayla’; üç yüz otuz üç trilyon Türk Lirası.

Elbette kesilen cezalar ve onca biber gazı ve cop, bu direnişi engellemeye yetmez. Çünkü direniş bir bakıma ‘vatan’ direnişidir; kesilen 195.000 (yüz doksan beş bin) ağacın ahını yerde bırakmama mücadelesi; ana yurdu, uluslararası emperyalist holdinglere peşkeş çektirmeme direnişine dönüşmüştür artık. Türkiye’de çarpan her kalbin bir damarı muhakkak, Kaz Dağları’nda bir ağacın köküne sarılmalıdır, değilse çıkamayız bu tahribattan!

Akşam televizyonda ‘Su yürekli güzel insanlardan’ biri konuşuyor; “Kaz Dağları’nda yükselen ses, tüm Türkiye’nin doğasının, para uğruna katledilmesi karşısında bir haykırışa dönüştü. Dağlarımızı savunmak suç değildir. Kaz Dağları’ndan yükselen ses, sular altında bırakılan Hasankeyf’in çığlığıdır da…” Bu çığlığı ülkeyi yönetenler duymalı, duymak zorundalar!

Geçtiğimiz günlerde TEMA Vakfı şu korkunç gerçekleri açıkladı; “Biga Yarımadası ve Ege’nin kuzeyinde yer alan bir milyon altı yüz doksan yedi bin hektarlık alanın yüzde 79’unun madencilik ruhsatı var. Bin altı yüz otuz dört ihale ruhsata bölünmüş durumda.” Rapordaki asıl korkunç olansa; “milli parkların yüzde 54’ünün ihale ruhsat alanlarında kalması.” Buna göre, “ Kaz Dağları Milli Parkı’nın yüzde 80’i, Troya Milli Parkı’nın yüzde 10’u ihale ruhsat alanında…” Böylesine sahipsiz mi bu ülke? “Vatanın bağrına dayanmış düşman hançerini, yine vatanın su yürekli güzel insanları çıkartacak” elbette. İşte bunu yok etmeye çabalıyorlar… Bu saldırgan akılın, bu korkunç para hırsının, yurdumuzda egemen olmaya başladığı dönemi biliyoruz, yeniden yazacak değilim, ama şunu söylemesem de olmaz; her sözleri ‘kadim’ olana referansla başlayan bu insanların ne kadar ikiyüzlü olduğunu en çok da kadim öğretiler açığa çıkarır, bunu da unutmayınız!

Geçtiğimiz haftalarda ‘Gılgamış’tan söz etmiştim, hatırlayanlarınız olacaktır. Bu destandan birkaç öğütle bu haftaki yazımı sonlandıracağım; ama umarım her alandaki ‘kibirli’ ‘sadece ben bilirim’ci yaklaşımları suyumuz, havamız, ağaçlarımız konusunda da olmaz ve bu ülkenin insanları olarak; ormanlarımızı korumanın bir yolunu buluruz.

Bakın, bilge Şuturuknahunda, bundan 6.000 yıl önce ne demiş Gılgamış’a; “Elam’daki bilgelerimiz, ağaçların yok olmasının iklimi de değiştireceğini söylüyor. Daha az gölge, daha çok güneş; daha az kök ve yeryüzüne çıkacak daha az su demektir. Bu da beraberinde kaçınılmaz olarak çölleşmeyi getirecektir, karşı konulamaz bir şekilde ilerleyen korkunç, sonsuz bir çöl!”

Şuturuknahunda’nın şu sözünü de eklemeliyim elbette; “Tahta demek, ölü ağaç demektir. Ve ölü ağaçlar bir daha büyümezler. Ağaç olmayan bir ülke ise kısa zamanda çöl olur…

Daha ne desin bu ‘kadim’ metinler! Güzel yurdumuz çölleşmeden ‘su yürekli güzel insanlara’ kulak verilmeli! “Irmağının akışına, yeşilinin kokuşuna ölmek’ yerine Türkiye’nin, ırmağının akışını güçlendirmek, yeşilini daha da canlandırmak için Türkiye’mizin, yaşamalıyız; hep beraber, barış içinde, yaşamalıyız!