Yaşam gerçekten biricik ve bu kadar değerli mi
Hitler’in Leningrad’ın düşeceğini öngördüğü ve Astoria Otel’de kutlama hazırlıklarına başladığı gün...
Konser bomba sesleriyle kesilmesin diye Alman topçu birlikleri Sovyet ordusu tarafından ağır şekilde bombalanmıştı. Şehre yayın yapmak için sokaklara ve siper hatlarına kadar hoparlörler yerleştirildi. Sanatçılar, yaz günü olmasına rağmen açlık sebebiyle titrediklerinden kalın giysiler ve eldivenler giymişlerdi. Çok başarılı geçen Leningrad prömiyeri bir saat boyunca coşkuyla alkışlandı.
Kuşatma 18 ay daha devam etti. Sonrasında konserde görev alan sanatçılar birer madalya ile ödüllendirildiler. Psikolojik ve siyasi etkileri açısından çok önemli kabul edilen bu tarihi konseri anmak için 1964 ve 1992’de hayatta kalan müzisyenleri bir araya getiren konserler düzenlendi.
Başka bir müzisyenin hayatına daha bakalım dilerseniz.
İşte Mümtaz İdil’in kaleminden, Jara’nın katledilişinin hikâyesi:
“Victor Jara’yı Santiago (Estadio Chile) stadyumuna getirdiler. Gitarı yanındaydı. Stadyuma girer girmez Unidad Popular (Venseremos) şarkısını çalıp söylemeye başladı. Stadyumun yönetimi vahşi bir faşist olan Albay Mario Manriquez Bravo’nun elindeydi. Victor Jara’nın Venseremos’u söylemesi ve stadyumdakilerin de buna eşlik etmesi, albayı çok rahatsız etti.
Hiç uyarmadılar, tek kelime bile etmediler. Subaylardan biri gitarı Jara’nın kucağından alıp yere çaldı. Büyük bir uğultu yükseldi. Ardından kolundan tutup Jara’yı yere yatırdılar. Yüzükoyun yatıyordu ünlü müzisyen. Şili’nin bağımsızlık savaşçısı, devrimcisi. Subaylardan biri kollarından birinin üzerine ayağıyla basarak kıpırdamasını engelledi. Diğeri ise tüfeğinin dipçiğiyle Jara’nın parmaklarını kırdı. Defalarca vurdu, yılmadan vurdu, acımadan vurdu... Sonra subay öteki koluna geçti. Dipçik darbesiyle sağ elini paramparça eden diğer subay bu kez sol eline vurmaya başladı. Jara hâlâ mırıltı halinde Venseremos’u söylemeye çalışıyordu.
Şilili devrimci müzisyen, öğretmen, tiyatro yönetmeni ve şair Victor Jara (Victor Lidia Jara Martinez) 15 Eylül 1973’te faşist Pinochet rejimi tarafından katledildi. Ve ölürken bile halkına kısık bir nefes dahi olsa vermeye çalıştı, onların direncini yüksek tutmaya çalıştı. Neden? Jara’nın hayatı hangimizin hayatından daha değersizdi?”
Siz Arjantin’de iyi bir ailenin çocuğu olsaydınız... İyi bir eğitim almışsınız, sağlığınız yerinde, özgür bir ruha sahipsiniz, motosikletinizle bütün Güney Amerika’yı gezebilecek cesaretiniz de var.
Ama Meksika’da öyle bir adam tanıyorsunuz ki size bütün Güney Amerika halkları için, ezilen tüm yerli halklar için bir devrim öneriyor.
Ne yapardınız?
Düşünmeden devrime katılır mıydınız?
Siz yapmazsanız bin yıllık sömürü devam edecek, çocuklar sefil ve aç kalacak, aydınlar zindanlarda çürüyecek. Bütün insanlığın sorumluluğunu sırtınızda taşımak zorunda hisseder misiniz kendinizi?
O yaptı ama...
Düşünmeden devrime katıldı.
Adı Ernesto Che Guevara...
Türkiye’de gencecik bir fidan olarak, iyi okullarda okurken, aynı sorumlulukla kendiniz için hiçbir şey istemeden, sadece halkınız için yaptığınız mücadele yüzünden darağacına gitmeyi göze alır mıydınız?
O aldı...
Adı Deniz Gezmiş.
Son olarak masalların büyük ismi Behrengi’yi de analım. Madem başkaları için kendini feda edebilmekten bahsediyoruz, Behrengi’yi anmamak olmaz...
“Artık ölüm korkutmuyor beni, ama hayattayken de onu arayacak değilim. Ölümle karşı karşıya gelince ki bu sık sık oluyor, kaçınılmaz bir gerçekle yüz yüze geleceğim. Ama önemli olan bu değil. Önemli olan, benim yaşamımın ya da ölümümün başkaları üzerinde bıraktığı etkidir.”
Faşist şah düzeninin baskısından kurtulmak için anlatımını masal olarak yapan büyük usta Behrengi, masallarında bizlere, yeni ahlak, yeni insan ve bu yeni insanın da ancak başkaları için kendini feda eden kahramanlar olduğunu anlatıyor. Diğer küçük balıklar için kendi yaşamını feda eden Küçük Karabalık gibi...
Hal Niedzviecki Dikizleme Günlüğü kitabında şöyle diyor:
“Bahsi geçen fırsat ilgi görme fırsatıdır; ilgi görmekse farkına varılmak ve hatırlanmak demektir. Birileri farkınıza varır ve sizi hatırlarsa, ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaşırsınız...”
Bu kahramanlar hikâyenin sonunda acı ve ıstırap olduğunu bilmiyorlar mıydı? Cezalandırılabileceklerini ya da ölebileceklerini düşünemiyorlar mıydı?
Elbette her şeyin farkındaydılar ama buna rağmen feda ettiler kendilerini. Bugün olsa belki yine aynı şeyi düşünmeden yaparlar.
Hepimiz özeniriz kahramanlara, dinlediğimizde içimizde kocaman bir ateş yanar, hepimiz onlar gibi olmak isteriz, hepimizin içinde bir kahraman yatmaktadır ama kendimiz kahramanlık yapmaya cesaret edemeyiz. Her duygu vardır insanda. Bizi biz yapan hangi duyguyu yaşayacağımızı seçmemizdir. Cesaretimizdir.
Bu kahramanların aldığı toplumsal sorumluluklarla bugün kendi çocuğunun, eşinin, annesinin, babasının, arkadaşının, kardeşinin sorumluluğunu bile üstlenmekten kaçınan insanı karşılaştırır mısınız?
Karşılaştırmayın...
Çünkü onlar biricik...
Hayatı anlamlandırmanın biraz da kendinizi adadığınız şeyle ilgisi olduğu apaçık ortada değil mi?
Yaşamını sürdürecek pek çok nedeni var insanların ama uğruna fedakârlık yapacakları gerçek amaçları ve inançları yok. İşte çürüme de burada başlıyor zaten. Hayat değersizleşince, dostlarımız değersizleşince, amacımız değersizleşince doğal olarak kendimiz de değersizleşiyoruz.
Şu sıralar yazmakta olduğum romanımdan küçük bir bölüm paylaşmak istiyorum izninizle:
“Çoğu zaman karşımıza çıkan zor bir görevde veya sorunda, sorunu çözmek yerine, en basit bahaneleri üreterek kaçmayı seçeriz. Bahaneler en kolay üretilen fikirlerdir. Çünkü insan denen mahluk basit olana, sorunsuz olana meyillidir. İşte bu yüzden insanlık dediğimiz şey birkaç tane sorumluluk alan, görevden kaçmayan insanın sırtında şekilleniyor. Yaşamı sadece hayatta kalmak için verilen mücadele olarak görenler, çıkarcı, ucuz ve sahtekârlıkla örülü bir yoldadırlar aslında. Ve bu yolun sonu hiçliğin kuyusudur.”
Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı romanı, sorumluluk duygusunu yeniden tartışmamızın kapısını açmış oluyor bugün yeniden okunduğunda...
“Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi...” diyor yazar romanında. İşte öylesine büyük ve kıymetli bir kapı açıyor önümüze...
“Bir yıldır inandığım şey için dövüştüm. Burada kazanırsak her yerde kazanırız. Dünya güzel ve uğruna dövüşülmeye değer...”
Yaşam, evrensel bir düzen... Sosyal bir düzen... Başkaları yoksa biz de yokuz...
“Ortaklaşmacılık” fikrinden bu kadar uzaklaşırsa insanoğlu, çanlar yeniden çalmaya başlayacaktır.
Şunu bir kez daha düşünün:
“Başkaları için ölümü göze alamıyorsan pek de yaşıyor sayılmazsın.”