Yalan üstünde yalan!
Görmüyor musunuz onlar, olmamışı olmuş gibi gösteriyor” diyordu şairler için, kadim metinler. Fakat şairin olmamışı olmuş gibi göstermesi bir paradokstu kuşkusuz. Sözgelimi Fuzuli’nin; “Ger derse fuzulî ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” beytindeki ‘şair sözü yalandır’ bir gerçeği imliyor aslında. Bu paradoks Nietzsche’de; “ancak bilinçli ve istençli olarak yalan söyleyebilenler -ki bunlar, yalnızca şairlerdir- doğruyu söyleyebilir…”*olarak dile gelmiş.
Doğal ki şairin işi bunca çirkinlikten güzellik çıkarmaktır; bunca kötülükten iyilik; bunca alçaklıktan yücelik; bunca kirden paklık çıkarmaktır. Ki bir Arap atasözü şair söyleyişindeki bu paradoksu; “en iyisi, en yalancı olandır” diye söyler.
Yani şairin ‘yalancılığı’ en sert ‘doğruculuktur’ bir yanıyla da... Olmamışı olmuş gibi göstermesi; yaşanamaz olanı, yaşanır kılmak içindir. Ama ya hayatlarımıza bunca yalanı akıtan siyasetçilerin yalanı ne içindir? Onlara göre hayatlarımız; yaşamın bütün alanlarında bir varmış gibi ama hep yokmuş meğer… Ve siyaset erbabının yaşamlarımız pahasına ürettiği yalan türü, sanatın aksine, her attığımız adımı dayanılmaz kılıyor!
Tamam, belki de siyaset yapanlar her tür yalana başvurabilirler! Bu belki de pragmatist siyasetin doğasında var, bunu anlayamayabiliriz ama bu var. Fakat nasıl oluyor da onlar tarafından sunulan bu olmayan şeyleri, sanki oluyormuş/varmış gibi algılıyor insanlar! Ortalık yalandan geçilmiyor, fakat çırılçıplak yalanı gerçek sanan insandan da geçilmiyor ortalık, ah ne acı günler!
Daha da acı olanı, gerçeği, çıplak gerçeği görmek bile istemiyor insanlar, hatta tiksiniyorlar çıplak gerçekten! Gerçeği söyleyenleri kendilerinden uzaklaştırmak, dahası katletmek istiyor kimileri! Bir yalan denizinde kulaç atmak, dönmek ve aynı noktaya yeniden dönmek, kimi insanları mutlu kılıyor sanki, ah ne acı durum!
‘Yalan Rüzgârı’ adlı bir dizi vardı benim gençliğimde, şimdiyse yaşadığımız hayatın içine esiyor o haşin rüzgâr. Yalan ne kadar büyürse, kimi insanlar da o kadar çok inanıyor o yalanlara; bilirsiniz, Göbels’ten kalma eski bir propaganda aracı büyük yalan üfürmek! Bunu en çok da kurnaz muhafazakâr siyasetçiler beceriyor…
Ama düşünmek gerek bu yalan makinesi neden, en çok da bizim ülkemizde tıkır tıkır işliyor. Ve en çok da bizim ülkemizde taraftar buluyor, neden? Hayır, ironi yapmıyorum, gerçekten bütün sahiciliğimle merak ediyorum, neden?
Sözgelimi, şu örnekleyeceğim yalandan binlercesi var ama ben bir tekini yazacağım… Geçen hafta olmalı, Gaziantep’te ‘özel sektöre ait’ 300 ‘yeni fabrikanın’ açılışı, devletin bütün olanakları seferber edilerek yapıldı! Fakat Can Tuğsuz adında bir “densiz adam” çıktı ve dedi ki; “300 fabrika arasında kendime ait fabrikayı görünce şaşkınlık geçirdim. Fabrikamız 45 yıldır faaliyette. Yeni açılması söz konusu değil. Düğmeye basıp aç-kapa yaptılarsa onu bilemiyorum…'' Ayrıca, fabrikasının yeniden ve kendilerinden habersizce! açıldığını söyleyen insanların sayısı da her geçen gün artıyor; ah ne büyük bir iflas!
Ortada 300 fabrika varmış gibi ama aslında yokmuş! Fakat bu şişirilmiş yalana inanan çokmuş; hatta bunun yalan olduğunu söyleyenlerden nefret eden yığınla insan da varmış, ah ne korkunç paradoks**!
İşte her gün buna benzer onlarca yalanı gördükçe, yalandan birisi ölsün artık yahu, diyesim geliyor. Fakat bin yıllardır da yalandan kimsenin öldüğü ne duyuldu, ne görüldü. Çünkü yalan gerçeğin elbisesini öylesine arsızca giyebiliyor ki üzerine, ayırabilene aşk olsun!
Bin yıllardır şairlerin, çoğu zaman yaşamları pahasına, gerçeği arayan sesleri bile o çıplak gerçeği kuyulardan çıkarmaya yetmedi, ne tuhaf bir varoluş!
Peki gerçek, bin yıllardır neden çıkamıyor bu dipsiz kuyulardan dersiniz? İşte size bir başka kadim yalan; 19. yüzyıldaki kaynaklar o günlerde anlatılan o ‘sevimli yalanı’ şöyle aktarıyor: “Gerçek ile Yalan bir gün buluşurlar. Yalan o gün doğruyu söyler ve “bugün hava çok güzel” der. Gerçek etrafına bakar ve gözlerini gökyüzüne kaldırır; gün gerçekten çok güzeldir.
Bir kuyunun önüne gelene kadar birlikte çok zaman geçirirler. Yalan bir kez daha doğruyu söyler; “su çok güzel, birlikte banyo yapalım!” Gerçek yine şüpheci bir şekilde suya dokunur, ama su sahiden çok güzeldir. Soyunur ve yüzmeye başlarlar…
Yalan bir anda sudan çıkar, Gerçeğin kıyafetlerini giyerek kaçar, kayıplara karışır. Kızgın (ve belki de biraz utangaç) Gerçek kuyudan çıkar, Yalanı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yeri, bütün ülkeleri dolaşır, fakat Yalanı bulamaz!
Dünyada çırılçıplak dolaşan gerçeği görenler onu hor görür, yanından kovmak ister ve hep öfkeyle bakarlar ona. Zavallı Gerçek, kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur…
O zamandan beri Yalan, dünyanın her yerinde Gerçek gibi giyinmiş ve içimizde yaşamakta imiş. Ve Dünyada yaşayanlar Yalanla öylesine içli dışlı olmuşlar ki artık, hiçbir biçimde çıplak Gerçeği görmek istemezlermiş!
*Hilmi Yavuz’un “Yalan Üzerine bir Deneme” sinden aldım.
**Paradoks: Fransızca bir sözcük; kökleşmiş inançlara aykırı olarak ileri sürüler düşünce, aykırı kanı, çelişki.